29.03.2009

sanatsever bi insanım aynı zamanda..

blogumun yan tarafındaki "ne olmuş en son bunlarda?" kısmına baktım da bizim gosanatınınincelikleri takma adıyla yeni bişiler yazan çok muhterem arkadaşım çiko'nun da etkisiyle bu haftasonu katıldığım etkinlikleri siz çok özel sanatsever okuyucularımla paylaşmak istedim. zaten uzun zamandır yazmamışım:) iyi olur...

İki tiyatroya gittim. Bayağı uzun zaman olmuş gitmeyeli. Ben tiyatro seviyomuşum ya unutmuştum. Sinemada büyük büyük kafalar görmektense gerçek insanları görüo gözlerindeki heyecanı izleyebilmek güzel bir duygu..

İlki Memet Ali Alabora nam-ı diğer Memoli'nin oyunu "Muhabir". Ah ah vakti zamanında Yılan Hikayesi izlemek için kırk takla atardım evin içinde. Cidden ama sırf bu diziyi izlemek için bir sürü misafirliğe gitmedim ki ben misafirliğe gitmeyi, orda sonsuz konuşmayı hep seven bir insanımdır. Kardeşlerim konuşmasın diye ne kadar yalvarmışlığım vardır ve sırf kanalı değiştirmesinler diye kumandayı taaa bir saat öncesinde sahiplenmemi de hatırlarım. Çocukluk işte:) (Büyüdüm ya ben, evet evet hıhıı)

Neyse efendim, oyundan bahsedelim biraz. Oyunda Memet Ali Alabora kendi yaşamından bahsediyor bizlere. Sanatçı olan ailesinden, ünlü birçok isimle olan anısından bahsederken bir yandan da daha 17 yaşındayken bir "muhabir" olarak çalışmaya başladığı "A takımı"ndan da bayağı bahsediyor. Düzenin bozukluğundan hayatımızı nasıl basit yaşadığımızdan bir muhabir olmanın "çok büyük şeyler geçen bu dünyada ne kadar küçük bir yer işgal ettiği ve bu küçük aklınla bazı şeyleri anlamanın ne kadar zor olduğu" anlamına geldiğinden bahsediyor. Yani sanırsam.. Ya da ben böyle anladım. Güzeldi, İstanbul Modern'deydi, ücretsizdi, gidilesiydi, salon doluydu, yaşlısı genci:)

İkincisinin de hikayesini anlatayım. Biz bir gün bölümce bizim bölümün labında boş boş dururken( kim okuyorsa bu blogu artık anlatmaya çalışıyorum, cmpeciler olarak labda laflıyoruz işte:) ) dedim ki "gençler gençler tiyatroya gidelim nasıl olur?". Sonra baktık güzel oyunlar var ama bilenler bilir Brecht'in oyunlarının güzel olduğunu, ben bilmiyordum öğrendim. O da bizzat kendisi kapitalist düzeni çokça eleştiren ve bunu güzel bir şeyle sanatla yapan bir insan. Emekçilerin emeklerinin karşılıklarını alamaması ve sahtekarların nasıl hep baş tacı edildiğini ironik bir dille anlatabilen bir insan. Bu oyun, Brecht'in üç oyunu "Schweyk İkinci Dünya Savaşı'nda", "Arturo Ui'nin Önlenebilir Tırmanışı" ve "Üç Kuruşluk Opera"nın birleşiminden oluşuyor. 2. Dünya Savaşı sırasında geçen oyunlar gayet eğlenceli. Uzunluğuna rağmen insanı hiç sıkmıyor, aksine düşünecek o kadar çok şey doluyor ki kafanız "Bir dakika biraz daha anlatsın, çok güzel şeyler söylüyor, susmasın, dinlemek ve öğrenmek istiyorum" dedirtiyor, yani bana dedirtti. Oyun aracılığıyla bayağı bir şey öğrendim:) Tenks Brecht, you are the one:)
Bir de işin komik tarafı bilet almaya gittiğimizde bize bilet satan insan ki kendisine türlü laflar ettik en başta "Ay biz Tiyatro Pera'nın yerini bilmiyorduk" gibi:) Oradaki panoda olan onlarca gazete küpüründen anladım ki bu insan Nesrin Kazankaya'ymış. Bayağı ünlü bir tiyatrocu, oyun yazarı, yönetmen ve oyuncu. Neyse artık:) Zaten asıl olay Levent İnanır'ı yolda görüp de tanımayıp bir de üstüne "Pardon Tiyatro Pera neresi?" dememizle başladı ki içimizden biri "Bu adam bilir mi ki?" demişti:)
Bu yazımı Üç Kuruşluk Opera'nın meşhur kapanış parçası olan "İnsan Neyle Yaşar?" parçasıyla bitirmek istiyorum. Dipnot olarak da ekleyim bu seneki bienalin kavramsal çerçevesi olarak belirlenmiş bu opera ve bu parça:

Sayın baylar bize hep ders verirsiniz.
"aman, günah, ayıp, kötü, yanlış."
aç karnına kuru öğüt çekilmez.
önce doyur beni, ondan sonra konuş.
sende göbek, bizde ahlâk nedense.
şimdi bizi iyice dinle bak;
ister şöyle düşün, istersen böyle:
önce ekmek gelir, sonra ahlâk.
artık vermek gerek, unutmayın sakın,
tüm nimetlerden, payını yoksulların.

insan neyle yaşar?
insan neyle yaşar: ezip hiç durmadan.
soyup, dövüp, yiyip yutarak insanları.
yaşayabilmek için hemen unutmalı,
insanlığı unutmalı insan.
katı gerçek budur, kaçınılmaz.
kötülük yapmadan yaşanamaz.

efendiler, bize ahlâksız dersiniz,
kötü kadın, utanmaz fahişe.
aç karnına suçlanmak hiç çekilmez,
önce doyur beni, ondan sonra söyle.
sende şehvet, bizde edep nedense.
şimdi bizi iyice dinle bak;
ister şöyle düşün, istersen böyle:
önce ekmek gelir, arkadan ahlâk.
artık vermek gerek, unutmadan sakın,
tüm nimetlerden, payını yoksulların.

insan neyle yaşar?
insan neyle yaşar: ezip hiç durmadan.
soyup, dövüp, yiyip yutarak insanları.
yaşayabilmek için hemen unutmalı
insanlığı unutmalı insan.
katı gerçek budur, kaçınılmaz.
kötülük yapmadan yaşanmaz.


Dipdipnot: gosanatınınincelikleri yazısını görünce ben de yaziyim dedim, etkilenmemek için de yazıyı okumadım şimdi okicam:)

15.03.2009

15 dakikalık şöhret


ıssız adam dalgası daha ne kadar devam edecek derken şimdi bir de "kızsız adam" çıktı. Başını izlediğimde beğenmemiştim ama baktım her yerde çıkmaya başladı bu elemanlar(yoyoya selamlar:), kendisi bu eleman lafını çok bulaştırdı bize de) her yerde çıkmaya başlayınca ve facebook'ın yeni home sayfasında insanların video postlarında sürekli görünce izlemeden edemedim.(Bu arada tam facebook ile bağımı koparayım derken bu twittervari yeni home sayfasındaki videoları izlemeye sardım çok fena!)
Kızsız Adam güzelmiş, zaten böyle aykırı tipler çıkıp bir şeyler yapmasa olmaz ama buna uğraşmışlar bayağı. Başroldeki kISSIZ adamımız da yukarıdaki resimde gördüüğünüz komik insan-Hayrettin Karaoğuz. Kendisi orjinal ıssız adamdan çok daha iyi ve komik bir insan. Tabii ki benden kaçmaz:) Hemen Facebooku var mı diye bakıp ordan profil fotosunu sizler için arakladım. Kendisinin tek kişilik gösterisi var fln. Bayağı aktif bir kişilikmiş aslında. Ama dün Disko Kralı'nda da anılan Endi Vorhol( okan bey bunu böyle telaffuz ediyo, doğru da söylüyo ama yazınca çok komik görünüyo) amcamızın da söylediği gibi "Herkes bir gün 15 dakikalığına ünlü olacak!" sözü Hayrettin için geçerli olmuş bile. Umarım ünü sadece 15 dakikayla da sınırlı kalmaz. Bol bol görürüz onu televizyonlarda:)

14.03.2009

ain't no sunshine!


yeter artık ama güneş çıksın şu bulutların arkasından! biliyorum kuraklık yaşancak küresel ısınma fln derken bayağı bir yağmur duası entrysi yapılmış ki, yukarı taraftan durmadan bir output gelmekte. barajlar %86 dolu bugün itibariyle. "ay barajlar dolsun" cümlesi artık "barajlar taştı taşacak" muhabbetine dönecek, az kaldı.
vallahi şu durumda bir ingiltereden irlandadan ne farkımız var inanın bilmiyorum. aynaya bakıyorum vampirden farkım kalmamış (evet yoksa siz hala twilightseverlileştiremediklerimizden misiniz:) ). soluk ve mutsuz bir yüz aynada gördüğüm.. yani hiç bişey değil onlara benzemekten korkuyorum. "kan istiyorum kaan" diye dolaşmayım. ben seviyorum türk yemeklerini ve tatlılarını.:) yeni tatlara ihtiyacım yok
halbuki ben güney insanıyım. mart geldi mi, bizde tişörtler giyilir sonra amele yanığı olursun mart bitmeden:) sıcaktan bunalırsın, hoca ders anlatamaz sen dersi dinleyemezsin, hava güzeldir dışarıda olmak varken neden kapalı ortamda kalalım ki:)
ama şu an dışarısı o kadar soğuk o kadar kapalı ki hava, yurtta oturup depresif takılmamak elde değil. kat kat giyinip dışarı çıkmaya da üşeniyorum. o eskilerde kalmış, annemin olması lazım onun için. abuk subuk bir sürü eldiven bere hırka giyicem de öyle çıkcam da ohooo..
hem bakın anlamlı şarkılar bile var bu konuyla ilgili "leeet the sunshine in", sunny gazozlarının eğlenceli şarkısı "sunny"(bu arada bu şarkı da kadının sesi ve müzik böyle bi komik ama sözlerine şimdi baktım da güzelmiş, sadece reklam müziği ya da tatil köyü tanıtımlarında dinleyince ciddiye almıyor insan:P )
başka ne var bakalım "little miss sunshine" var, o da şirin bir filmmiş.
efendim demem odur ki...sıkıldım valla ben biraz bronzlaşmaak istiyoruuum, son dönemim çimlerde yatıp ortam yapmak istiyorum:)

25.02.2009

musiiic !!


"anlamazdıııın anlamaazdıın"..bu şarkıyı ıssız adamı izlemeseniz bile bilmemeniz imkansız. filmin başlamasıyla beraber her yerde özellikle taksimde bu şarkıyı duymadan ilerlemeniz için sağır olmanız lazımdı. bir de alakasız teyzelerin amcaların bile telefon melodisi bile bu şarkıydı bir ara.
halbuki geçen bir yazı okumuştum. 45lik bar Djlerinden biri diyordu ki "yav bu şarkıyı eskiden çalsak herkes değiştirmemiz için ısrar ederdi, şimdi sürekli bunu istiyorlar çalmamızı". ee ben de öyleyim ama playlistimin yarısı böyle soundtracklerden oluşuyor..seviyorum napiiiim.. böyle filmden sahneleri hatırlıyorum mutlu oluyorum, kuru kuru dinlemektense böylesi daha güzel. hadi beş tane sayayım bari:

1- Heath Ledger- Can't take my eyes off you...
filmi izleyip de bu şarkıyı sevmemek mümkün mü? Patrick kendini Kat'e affettirmek için okul bandosunu ayarlar ve tam Kat antremandayken Patrick elinde mikrofon şarkıyı söylemeye başlar: "You're just to good to be true.." ve bando da ona eşlik eder. Affetmemesi mümkün mü? Bu şarkının her halini Muse'lüsünü, Andy Williams'lısını ve en çok da Heath Ledger'lısını severiim..

2- Mama Cass- Make your own kind of music
Bu şarkıyı böyle yazınca hatırlamayabilirsiniz hatta Umut Sarıkayanın bir karikatüründeki "Abi sakın LOST'a başlama, çok pis bağımlılık yapıyor!" önerisini dinlediyseniz hiç bilmiceksiniz bu şarkıyı. Bu şarkı ikinci sezonun ilk bölümünde "yav noluyo" diye izlediğimiz bir yerdi. Adamları birinci sezonun en sonunda bıraktığımızda gayet güzel otların içinde ananaslarla domuzlarla beslenip uçakta buldukları pili bitmek üzere olan cdplayerlardan müzik dinlerken(ah ah LOST 2004te başladığında iPod fln o kadar meşhur değil o zaman, insanlar hala MP3 CDsi fln yapıp dinlerlerdi azizim.:) ) birden bir adam gramafona bir plak takar ve bu şarkı eşliğinde kendisine kahvaltı hazırlayıp sabah sporunu yapardı. Mama Cass de oradan "Make your own kind of music, sing your own special sooong!" diyerekten bize felsefik mesajlar verir. (anlamayanlar için bknz. music => yaşam, ya da bir dakika ben mi yanlış anladım, onu demek istemiyor muydu acaba? Ama şarkı bu haliyle, bu anlamıyla çok güzel)

3- Glen Hansard & Marketa Irglova - Falling Slowly
Once filmini izlediniz mi? Cevabınız "Hayır" mı? Aaaa, inanmıyoruum, böyle güzel bir filmi kaçırmış olamazsınız. Filmin baş karakterlerinin isimlerini bilmiyorum, kimse bilmiyor çünkü "the guy" ve "the girl" olarak geçiyorlar. İkisi "Before Sunrise" tarzı bir şekilde tanışıyorlar. "the guy" sokak müzisyeni ve "the girl" de sokakta gül satarak hayatını kazanmaya çalışıyor. nayıır nolamaz bu bir türk filmi değil tabii ki de:) İkisi Dublin sokaklarında tanışıyorlar ve birbirlerine aşık olmuyorlar sonu güzel bitmiyor ne yazık ki-ikisi de kendi hayatlarına geri dönüyor- ama birarada oldukları zaman ikisini birbirine bağlayan şey müzik oluyor. Bu yukarıda ismi olan şarkı da ikisinin beraber seslendirdikleri inanılmaz güzel bir şarkı. "You have suffered enough, and warred with yourself and it's time that you won!" bu filmi özetleyebilir.

4- Michael Cera & Ellen Page - Anyone Else But You
Juno'yu sevmemin en büyük sebeplerinden biri bu şarkı desem çok klişe olacak ama zaten aslında hikayeyi ve tiplerin tipsizliğini ve olayın absürdlüğünü sevdim en çok. Bu şarkı da sonuna o kadar o kadar güzel gitmiş ki. Daha önceki yazılarımda Juno hakkındaki düşüncelerimi belirtmiştim, bir daha laf kalabalığı olmasın ama şu şarkının sözleri o kadar saf o kadar güzel ki filmdeki çocuklar gibi. (Ama sarışın çocuk bombaydı şimdi, yazımın tüm büyüsü kaçıyor bu tip yüzünden ama yazmadan da geçemezdim çok komikti ya, o saf ifade hala aklımda:) ) "i don't see what anyone can see in anyone else but you" diye yazdığımda filmi izleyenler o tatlı son sahneyi hemen hatırlar.

5- Take That - Rule the World
Fantastik filmleri ve kitapları her zaman sevmişimdir. Stardust'ı ilk izlediğim zamanı hatırlıyorum. Erimiştim ekranın önünde. Yüzümdeki o aptal gülümsemeyi filmi benimle beraber izleme şanssızlığını yaşayan svlchsn (kendisine selamımı iletirim burdan, okumaz burayı o neyse) ile defalarca bu şarkıyı dinlemiştik. Filme o kadar çok bayılmıştım ki sürekli "ya film ne kadar tatlıydı, çocuk ne kadar tatlıydı" diyip durdum bir süre. Filmdeki çocuk kasabanın en güzel kızına aşkını ispatlamak için geçilmesi yüzyıllardır yasak olan "Duvar"ın arkasına düşen yıldızı getireceğini söyler. Ancak kendisini "loser" sanan bu çocuk aslında annesi o yasak "Duvar"ın arkasındaki büyülü krallığın prensesi Una'dır. Neyse efendim, "Yıldız Yvainne"le tanışan ve onu zorla kasabaya sürükleyen arkadaşımız sonunda aslında o kızı sevmediğini Yvaine'i sevdiğini anlar ve başta da verdiğim spoilerdan da anlaşılacağı gibi o büyülü krallığın başına geçer ve sonsuza dek mutlu yaşarlar. Aslında sonsuza değil de hadi siz izleyin filmi bakiiim:) "Eee hadi neyney, çok konuştun yine" demeyiniz, geldim konuya. Bu şarkı da filmin bitiş müziği işte. "A star so bright you blind me" derken Take that arkadaşlarımız "Love is blind" mottosuna atıfta bulunuyorlar:)

bunlar aklıma ilk gelenler. "ama neyneey bunu unutmuşsun, şunu unutmuşsun"u yorumlarda beklerim..biliyorum unuttuğumu üfürükraş çok ısrar etti hızlıca bi yazdım gitti:)

20.01.2009

yine mi yaa!!

yine bir "10 things i hate about you" dönemine girmiş bulunmaktayım, hayırlı olsun. dreamy'nin(burada isim vermeme ısrarım sürüyor maalesef:) ) başının etini yemem sonucunda kendisi de bu akşam filmi izlemiş, tabiii ki de çok beğenmiş. Beğenmemesine yüzde sıfır şans tanıyordum zaten..

Ben de dayanamayıp filmden beğendiğim sahneleri bir daha izledim.Filmi bundan önce yüz kez izlediğimi bilen arkadaşlarımdan biri de "Bakalım gözden kaçırdığın yerler var mı?" dedi ki. Aslında yok ama yine de bir blog yazısında yazmak istediğim güzel yerleri var.

- Kat'in sarhoş olduğu sahnede Patrick'e bakıp "Your eyes have a little green in them" diyip böööyle bir bakışından sonra son sahnelerde elinde kağıt kalem varken koccaman bir göz çizdiğini görüyoruz.

-Ya da Fender Strat hayranı olan Kat'e Patrick'in son sahnede Fender Strat alması güzeldi.

Filme bayılıyorum ya, bak yine izledim bu akşam. Hadi bakalım..

Aa bir de en güzel laflardan biri sınıfta duvarda yazan bir yazı "What is popular is not always right, what is right is not always popular!"

Not: Yandaki "Şekspir amca demiş ki" köşemiz de bu film sayesinde Shakespeare konusunda bayağı bir şeyler karıştırıp kendisine hayran olmam çerçevesinde siz okuyucularıma güzel bir armağandır. Günlük değişmektedir. İyi seyirler..

4.01.2009

yeni yıl yeni yıl



"Mutlu yıllar 2009!" "Happy years!"..Bu yılbaşının benim için favori mesajlarıydı..
İlkine bakalım: Mutlu yıllar 2009, ne demek yav? yani "Doğum günün kutlu olsun neyney" ,"İyi ki doğdun neyney" gibi bir anlamda kullanılıyor sanırsam ama Türkçe olmadığı kesin.. Nasıl bir dilek ki 2009'a mutlu yıllar dilemek..valla anlamıyorum..

İkincisi de "happy years"..bunu tarzanca yani türkiş ingliş konuşan bi vatandaşımız yazmış çok tiki olan Yeniköy'deki kafesinin camına... Kendisini tebrik ediyorum..

Yukarıdaki resme gelince odamızdaki yılbaşı kutlamaları çerçevesinde cama yaptığımız bir saldırı şeklinde algılanabilir.. Biraz geniş yazmam nedeniyle 20 09 oldu ama sonundaki gülücükle kurtarıyorum sanırsam...Yeni yıl yeni yıl yeni yıl yeni yıl sizlere kutlu olsun yeni yıl yeni yıl yeni yıl yeni yıl bizlere hepimize çook mutlu olsun:)

30.12.2008

snowwhite!


Snow White, bizim küçüklüğümüzden beri tanıdığımız sevdiğimiz saf ama güzel masal kahramanımız "Pamuk Prenses"in orijinal adı..
İngilizceyi ilk sökmeyi başladığım zamanlardan beri merak ederdim, Snow White yani KarBeyaza nasıl olur da "pamuk" yakıştırması yapılır diye.. Çünkü biz güneyliyiz ve oralara kar pek uğramaz ki bir kez ben ortaokuldayken uğradığında, hocası öğrencisi bahçeye koşup 2 mm kalınlığı geçmeyen karı toplayıp toplayıp birbirimize atmıştık. Ve oralarda "kar oynamaya gitmek" diye bir kavram vardır. Kar yağar Toroslara, çoluk çocuk alınır mangal malzemeleri buz kesmiş sert bir kar denizinin ortasında dona dona neşe(!) içerisinde sucuk ekmekler yapılır, eğlenilir. Yani bizim için kar sert bir şeydir öyle pek pamuklukla alakası yoktur.
Ki bu kar olayının aslını hazırlıktayken ancak 18 yaşımda keşfettim. Aslında kar yağdığında gayet yumuşak böyle pamuk parçası parçası yağarmış.:)) nereden bilelim ama değil mi?:) zaten ilk kar yağışını gördüğümde dikkatimi çeken başka bir şey de: yurtta tüm pencereler kapalıyken bir tek ben ve başka bir adanalı arkadaşım pencereden izliyorduk snow white'ı:)..
Bugün de öyle oldu..O kadar güzeldi ki her yer.İzlemeye doyamadık valla..Hem de böyle bir yılbaşı "Cingıl bells, cingıl bells!" ortamı da oluşmuş durumda her yerde..İstanbula çok yakışıyor kar! Bembeyaz o güzellik..
Hayat da böyle değil mi sevgili okuyucularım, en soğuk en korkutucu şeyler de bazen böyle bir yandan çok güzel olabiliyor..:))
(O değil de, bir de kar olayının kar tatili kısmını görsek güzel olacaktı, neyse!)