25.09.2010

into your inner self...

"into the wild"ı izlediniz mi?
Chris Mccandless adında maceracı bir ruhun hikayesini anlatıyor. Gerçek bir yaşam öyküsünden alınma. Chris'in hayatı üzerine olan yine bir maceraperest Jon Krauker'in kitabından alınıp Sean Penn tarafından beyazperdeye taşınmış.

Benim de hayatım için planladıklarımı duyanlar sürekli bu filmi izlememi tavsiye ediyordu. İzledim ve ağlamaktan gözlerim şişti. Bu film benim ve yapmak istediğim her şeyin ve ayrıca bu hayatta anlamlandıramadığım çoğu şeyin açıkça gösterildiği, yerildiği ve üzerine gidildiği bir film.

İzlemeyenler için filmi daha da baltalamak istemem. Ama azıcık da olsa şu anda var olan hayatınızı sorguluyor ve başka bir çağda yaşasanız şu andaki yaşamınızda vazgeçilmez saydığınız çoğu şeyin o çağda ne kadar anlamsız olacağı gerçeğinin farkına varıp gökyüzüne, doğaya ve her canlıya farklı bir bakışla bakmaya çalışıyorsanız bu filmi izleyin, ya da izlemeyin. İnsan izledikten sonra bu konuda yalnız olmadığının ayırdına varıp daha çok rahatsız oluyor şu anki yaşantısından çünkü.

Özellikle bu bir yılı kendime ayırarak iyi mi kötü mü yaptım diye düşünen bana hiç de iyi gelmedi, ben de benzer bir şeyi yapmayı düşünmedim değil. Bu bir yıldan sonra geçen hafta İstanbul'a gittiğimde İstanbul'u ve oradaki yaşamımı daha farklı gözle görmeye başladım mesela. Ayasofya'ya daha önceden bu kadar hayranlıkla bakamadığımı ve gördüğüm ve görebileceğim en güzel günbatımlarından birinin İstanbul'da olduğunu anladım. Yabancıların tüm dünyayı gezdikten sonra bile hala İstanbul'u neden hayranlıkla karşıladıklarını anladım. Bunları 5 senelik üniversite hayatım boyunca sadece kafa sallayarak onaylarken şimdi her düşüncemle her bakışımla onaylıyorum.

Lafı yine dağıttık ama gerçekten bu hayatta yaşarken kesinlikle toplumun sizin için belirlenmiş çizgisinden gitmeyi önermiyorum. Bu biraz acı verici olabilir, topluma ayak uyduramamak, belirli şeylerin dışında kalmak, insanlara bunu anlatmayı biraz görev sayıp boş yere nefes tüketmek yeri geldiğinde. İnanın, hayatta toplumdan önce ilk etapta kendimizi düşünüp biraz daha türk temel deyişiyle "el ne der?" mantığından çıkıp sizi hayatta mutlu eden gerçek şeyi bulmak için çaba harcamanız dileğiyle.
not: bu mutluluğun iki parça kıyafet ve kartvizitteki ünvanınızdan öte olduğunu siz de biliyorsunuz.

24.09.2010

hayatımda neler değişti?

Evet en son yazımı yaklaşık bir 7 ay önce yazdığım için bir ketçap yani catch-up yapalım bakalım:

...hımm....biraz düşüneyim, her şey de buraya yazılmaz ama..

- Yunanistan'da gezmediğim yer çok az kaldı diyebilirim. Türkiye'de bu kadar gezmemişimdir, birkaç kişi gidiyorsak arabayla, tek başımaysam adım adım her yerini gezdim, gördüm, anlamaya çalıştım, Yunanların bu krizden kurtulabilmesi için daha çok fırın ekmek yemesi lazım.

- Çok insan tanıdım. Şirketin de uluslararası olması sayesinde birçok farklı ülkeden arkadaşım oldu. Amerikalısı, Fransızı, Çinlisi, Beninlisi bayağı bir insanla tanıştım, gezdim eğlendim.

- Küçük bir Avrupa turu yaptım, Türkiye'den Onur ayarladı sağolsun, adım adım Roma'yı , Barcelona'yı, Valencia'yı ve mon amour Paris'i gezdik. 9 günlük kısa ama dolu dolu bir geziydi. Gezdiğim yerleri bir daha bir daha anlatmaya gerek yok ama Paris'e aşık oldum!!!

- Fransızca öğrenmeye başladım. Evet, Paris'e gitmeye karar verdikten sonra farz oldu. Fransa'da yaşamanın öncelikli şartı maalesef(aslında maalesef değil, çok güzel bir dil) Fransızca öğrenmekten geçiyor. Ben de "öğrenirim o zaman" diyerekten Fransızca öğrenmeye başladım. Tarzanca gibi Türkçeme inat Fransızcayı inanılmaz bir hızda öğreniyorum, konuşması dinlemesi çok zevkli bir dil. Hele anlayınca daha da güzel oluyor.

- Bol bol denize girdim.. Çingene çocukları gibi kapkara ayaklarım var şu anda! Yunanistan'ın bol güneşli günlerinden, dolunaylı gecelerinden faydalanıp bol bol denize girdim. Adamlar yaşıyor valla!

Ay bu liste bitmez, neyse sonra devam edelim, en başta aklıma gelenler bunlar.

yine, yeni, yeniden

Bu nilüferin bir şarkısının ismiydi..Taa ben ilkokul 1'deyken bu şarkıda okuma bayramında dans etmiştim, Nilüfer olmuştum yani.

Bu bloga aylardır uğramadığımı fark edince, bugün bir tekrar bakayım dedim, ve bu şarkı aklıma geldi.

Tekrar yazmam gerekiyordu tabii ki de..
Bakıyorum herkeste bir sosyal paylaşım manyaklığı oluşmuş, hatta had safhada! Hele Türkiye'de benim bulunmadığım bir yıl içerisinde Tweeter manyaklığı almış başını yürümüş. Benim başlarda vardı ama bir yerden sonra 140 karaktere hapsolmanın anlamsızlığıyla bıraktım tweetlemeyi.

Blogumu özlemişim ama, dün Ankara'dan dönerken yolda bir dinlenme tesisinin yazısı çok hoşuma gitti:

"Acele etmeyin, sizi seviyoruz."

Karşılıksız, anlamsız bir sevgi gösterisi olmuş ama olsun ben de seni seviyorum blogum hem de karşılıksız, illa da herkes okumak zorunda değil, ben yazarım, ben okurum, kime ne:)