1.12.2009

ben nası büyük adam olucam


Bu filmin afişindeki cümle filmin özeti gibi: "Sometimes we all need a little help"..

Filmin başrolünde Robert Pattinson var. Evet, itiraf ediyorum filmi indirme ve izleme nedenim Robert Pattinson ama filmi sevme nedenim kendisi değil kesinlikle. film kendi çapında çok bağımsız, çok şirin, çok absürd bir film. Kahramanımız Arthur hayatında bir dönüm noktasındadır. Kız arkadaşı onu terk eder, annesi ve babasının yanına taşınır ve "hayatını değiştirecek şey"i aramaya başlar. Ve tam o sırada çok sıradan bir kişsel gelişim kitabı okumaya başlar ve kitabın yazarını kendisine yardım etmek için evine davet eder.

Şu afişte de Art'ın sağında ve solunda görmekte de olduğunuz annesi ve babası Arthur'a hiç yardım etmez ve sürekli Arthur'un garip bir çocuk olmasını eleştirirler. "You said I am not normal, so I want to be normal" diyerekten Arthur annesine karşı çıkar çünkü annesi kendisine spor bir araba alan ve eve yabancı birini, yatılı misafir olarak bir kişisel gelişim terapistini çağıran Arthur'u anlamamakta diretir. Filmin sonunda Arthur hayatta neye tutunması gerektiğini bulacaktr. No more spoilers:))

Film bolca İngiliz absürdlükleriyle dolu ve eğlenceli bir film. Bir şekilde Art'la aranızda bir bağ oluşuyor, seviyorsunuz onu. O yalnızlığına ve çabalamasına sempati duyuyor ve ona bir şekilde yardım etmeye çalışıyorsunuz.

Bu arada Robert Pattinson'ın da film müziklerine katkısı olmuş(Kendisini sevmem için başka bir neden!!!Filmdeki karakterin yaşamasını sağlıyor böylece). Bakalım söylediği şarkının sözlerine:

"Life is a stage in which we all play
World is a symphony sarcastic lust..
I'd like to be a part in the global game
But i'm left behind, chokin' on dust"

30.11.2009

the one!


amelie'yi sevdiniz mi?
pushing daisies'in anlatımını peki?
ten things i hate about you'daki küçük cameron'ı hatırladınız mı?

bu kadar quiz yeter!! bu film türkiyeye geldi mi bilmiyorum ama ben burada bir arkadaşımın tavsiyesiyle indirdim izledim bu filmi..inanılmaz inanılmaz tatlı bir film.. tom monoton giden hayatına summer'ın girmesiyle "the one" arayışının sona erdiğini anlamıştır, sorun bunu summer'a da anlatabilmesinde, onu inandırabilmesindedir. bu onların hikayesi, aşk hikayesi değil. spoiler vermeden anlatmak istiyorum ama çok zor.

mutlaka ama mutlaka izleyin..film "yaz"ın o 500 günü üzerinde ileri geri gidip geliyor, diyaloglarıyla, karakterleriyle ve en çok da müzikleriyle insanı büyülüyor. the beatles ve the smiths hakkında daha çok şey okumak ve onları daha çok dinlemek isteyeceksiniz eminim ama ben filmin başındaki regina spektor'ın "us" adlı şarkısına da bayıldım:



29.11.2009

yeni başlayanlar için yunanca

buraya 09-09-09da geldim 9 hep en sevdiğim sayı olmuştur. her zaman 9 sayısıyla ilgili bişiler bulurdum, kaderimmiş heralde. okul numaralarım hep 9a veya katlarına tamamlardı: 333, 54, 357

madem yunanistandayız:))biraz yunanca kursuyla başlayalım. ilk geldiğim zaman elimdeki sözlükten ve turist kitaplarından birkaç parça bir şey kapmaya çalıştım ama anladım ki en güzeli konuşarak ve insanları dinleyerek öğrenmek, çünkü kitaptan baktığın zaman çok komik duruma düşebiliyorsun. Yabancı birinin gelip Türkçe konuşmaya çalışması gibi: "Benim ad neyney, çok memmmum oldum, Nasilsiniz?" gibi oluyor. Ama dinledikçe "Selam dostum naber?" gibi kapıyorsun olayı. Ben de size o duyguyu vericem burada şimdi:

- Yasu, ime i neyney. (eğer erkekseniz ime o ahmet demeniz lazım)=>Selam, ben neyney.
- Ti kanis. (Naber, wassup gibi sıcak bi anlamı var arkadaşlarınıza direk)=>Naber
- Kala ise? => iyi misin? bu da türkçede nassın iyi misin gibi gidiyo:)
- İme kala=> iyiyim
- Efharisto => teşekkürler (kısa ve net her cümlenin sonuna koy senden kibarı yok)
- Efharisto para poli => çok teşekkürler (bu benim gibi kibarlıktan kırılanlara güzel)
- Signomi => pardon (işte bu çok önemli her yerde birilerine çarpıp duran ben için efharistodan bile daha önemli)
- Oriste=> buyrun (para verirken, yer verirken her yerde)
- Hronia pola (doğum günün kutlu olsun, iyi bayramlar, tebrikler, mutlu yıldönümleri fln her şeye gidiyo bu)
- Ssis? => Siz.
- Esi? => ya sen.
- Yasas => merhabalar, görüşmek üzere (resmi biraz)
- Ti? => ne (anlamayınca çok işe yarıo)
- Ne => evet (hatta konuşmalarında çokça aralarda nenenenenee dediklerini duyuyorum ben de kullanıyorum)
- Ohi =>hayır. (ohhi derkenki o hye olan baskı önemli)
- Ella => hadi( bi de telefonu da ella diye açıolar)

Biraz da ortak kelimelerden bahsedeyim.. Aslında o kadar o kadar çok ortak kelime var ki hangi birini buraya yazalım ki, aklıma gelenlerden birkaç tane:
Yunanca Türkçe
portakali portakal
faraşi faraş
pabuçia pabuç
tulumbakia tulumba tatlısı
zaziki cacık
çanta çanta
bluza bluz
kalorifer kalorifer
pantaloni pantalon
kudi kutu
bira bira
çay çay
bugaca poğaça(teknik olarak aynı şey değil,onlarınki tatlı)
raki rakı(farklı birazcık)
klidi kilit(klidi aslında anahtar kilit deil)
hadi hadi
hass... hass.. (evet kullanıolar:)anlamını bilmeden)
mezedes meze
dolma dolma,sarma

Daha çok aklıma geliyor ama burayı doldurmak istemiorum yine oldukça yazarım ki son dikkat etmemiz gereken şey de "malaka" kelimesi..

bu kelime bizim "lan"la eş değer. her şeye her konuşmanın arasına giriyor.gerçek anlamını pek bilmek istemezsiniz bence..ama konuşmalarda en çok duyacağınız budur..arkadaşlarına da sinirlendikleri insanlara da "malaka malaka" diyip dururlar.

hadi filia(öptüm)

long time no see

selams blog..

çok uzun zaman olmuş ya buraya yazmayalı.. tam o son blog yazısını yazdığum gün hayatımda en dip hissettiğim gündü ama o yazıyı girdikten birkaç saat sonra Atina!da bir işten teklif aldım ve geldim. 3 ay oldu, inanılmaz ve burayı seviyorum.

Blogumu da seviyorum ama çok uzak kalmışız. Bu akşamdan itibaren yazıcam buraya bayağı bir şey.. Hem Atina hem genel..

Yasu blog apo Atina(Atinadan selam blog!!)

Hadi bakalım:)

31.08.2009

Çok dinledim galiba #1

Bundan sonra o hafta en çok dinlediğim ve dinlerken en çok eğlendiğim şarkıları sizinle paylaşayım dedim. Blog dediğimiz şey ne ki, bir odadan çıkmadan yaşayan bizler için tüm dünyaya açılan kapımız,bir paylaşım demek değil mi:)

İlk haftamızın şarkısı Lily Allen'dan "Knock'em out". Kız kıza eğlenmeye giden grupların sorunlarından biri de kesip duran tiplerdir. Ülkemizde bu kadar kolay olmasa da yurtdışında bu tipler genellikle gruptaki bir kızın yanına gelir, yapışır ve ayrılmaz. Bu şarkıda da o tipleri kovmak için kolay bahaneler var:) Dinleyelim, eğlenelim:))


Knock Em Out

ölümden sonra aşka inanır mısınız?"


Doğumumdan 23 yıl, 2 ay, 25 gün, 6 saat ve 52 dakika geçtiği anda Pushing Daisies'in son sahnesini de izleyip ekranı kapatmıştım. Dizi kirliliğinin içerisinde Pushing Daisies'de farklı bir şeyler vardı. Reklamını CNBC-e de ilk gördüğüm zaman izlemek istemiştim diziyi. Çoğu insan gibi ben de Amelie'nin tarzına benzetmiştim diziyi ki haksız çıkmamışız da.. Dizinin her bir bölümü -ki maalesef toplamda sadece 22 bölüm var- ayrı bir güzellik taşıyor ve bölüm boyunca dizideki diyaloglar, olaylar insanın yüzünde ister istemez bir gülümseme oluşturuyor.

Aslında temelinde ölüm olan bir olay nasıl gülümseme oluşturabilir? Diziyi bilmeyenler için kısaca anlatayım konusunu: Ned, Pie Hole'ün sahibi ve çok ünlü bir turta yapımcısıdır. Bir yandan da Özel dedektif Emerson Cod'a birçok cinayetin çözümünde yardımcı olmaktadır. Ama nasıl? Ned ölüleri bir dokunuşla canlandırabiliyordur ancak 60 saniye sonra tekrar dokunup onları ölüme tekrar göndermezse çevredeki başka bir insan ölmektedir. " First touch life, second touch death forever":)) Ned, çocukluk aşkı Chuck'ın ölümünü öğrenir ve Emerson Cod'la araştırmaya gittiklerinde Chuck o kadar güzel ve hayat dolu uyanır ki Ned ona ikinci kez tekrar dokunamaz ve bizim dizi maceramız böyle başlar. Ve maalesef birbirlerine hiçbir zaman dokunamayacaklardır, çünkü second touch death forever:((

Diziye "forensic fairy tale" diyor dizinin yapımcıları: kriminal masal. Evet ilginç bir tanımlama ama tam karşılıyor. Her bölümde bir cinayeti çözümlemeye çalışıyorlar ama sadece 60 saniyede öğrenebildikleriyle. Dizinin anlatıcısı, sizi ne kadar onların hızına yetişebilmeniz için sürekli bilgilendirse de olayların akışı ve konuşmaları o kadar hızlı ki, dizinin bazı kısımlarına tekrar göz atınca yaratıcı ve tatlı ötesi bazı diyalogları kaçırdığıma üzülüyorum. Bu diziyi tekrar tekrar izleyebilirim sanırsam:)

24.08.2009

bu diziyi sevmemin 10 sebebi



Başlık tanıdık geldi mi?? Çook çook sevdiğim Heath Ledger'ın ölümünün ardından çokça gündeme geldi ilk ünlü olduğu film "10 Things I hate about you". Shakespeare'nin Hırçın Kız oyununun güncel uyarlaması olan filmde Kat ve Bianca adlı iki kızkardeşin babalarının koyduğu "Kat birisiyle çıkmadan Bianca kimseyle çıkamaz" kuralı üzerine Bianca, kendisine onu ilk gördüğü anda "I burn, I pine, I perish" lafıyla aşık olan Cameron'a bu çok inatçı, zıt Kat'e bir erkek arkadaş ayarlamasını rica eder. Cameron da hapishaneden yeni çıktığı iddia edilen, korkutucu Patrick Verona'ya Kat'le çıkmasına ikna için para öder. Ancak Patrick sonunda Kat'e aşık olur veee mutlu son.

Bu filmin 10.yıldönümü ve Heath Ledger anısına birazcık belki de dizileştirmeye karar vermişler bu unutulmaz filmi. Çok da güzel olmuş. Şu anda yedinci bölümünde dizi. Her hafta Çarşamba sabahı yaptığım ilk iş bu diziyi indirmek oluyor. Neden çok sevdim bakalım bi:

1- Dizinin oyuncuları: Ethan Peck(Patrick) - Lindsay Shaw(Kat) ikilisi güzel olmuş. İyi bir kimya yakalamışlar derler ya, aynen öyle. Ayrıca baba Stratford'ı hatırlarsınız, yine o kalmış, iyi ki de kalmış.

2- Karakterlerdeki ufak değişimler: Patrick bu sefer paranın peşinde değil, ilk baştan Kat'ten hoşlanıyor. Kat daha güçlü bir karakter, sadece feminizimle değil, dünyanın güncel sorunlarıyla ilgileniyor. Bianca da sesiyle, konuşmasıyla hareketiyle o eski filmdeki saf kız halinden biraz sıyrılmış, popülerlikle kafayı bozmuş.

3- Diyaloglar
: Diyaloglar popüler kültürle ve gündemle bayağı ilgili. Diziyi izlerken sürekli bir referans var. Tabii ki en sevdiğim Patrick'in Edward Cullen gibi pencereden girip "A vampire, give me a permission to enter" demesi.

4- Ethan Peck'in sesi: Kesinlikle!!!

5- 20 dakika sürmesi: Baymıyor ve her anı dolu dolu.

6- Lindsey Shaw'un tarzı ve saçları: Çok kendine özgü. Ben yapsam bende öyle güzel durmaz.

7- Kızkardeşlerin ilişkisi:
Benim kardeşimle olan ilişkime çok benziyor. O da her şeyi ister ve ben hep ona kızarım, ama sonra en sorunlu en çılgın şeyleri yapan da hep ben olmuşumdur:)

8- Filmin taklidi olmaması: Kendine özgü bir tarzı var dizinin. Ve kesinlikle farklı gideceğine inanıyorsunuz ki çoğu sahne de temelde benziyor gibi görünse de farklı bir tat veriyor.

9- Dizi olması: Film iki saatte bitiyor, ama bu bitmiyor, her hafta var ve tutarsa devamını da görücez oleey!

10- Bu diziyi bana sevdirecek 9 tane ayrı sebebin olması ve asıl en büyük sebebin en başta Heath Ledger ve Julie Stiles'ın versiyonunun o kadar güzel olması. Ve oradaki sahnelerin benzerlerini nasıl yapacaklar diye her hafta merakla beklememe neden olmaları.

İzlemek için çok zorlanmanıza gerek yok. Milyonlarca link Google'da sizi bekliyor. Ama yine de çok üşeniyorum diyenler için buraya tıklayarak rapidshare linklerine ulaşmaları için yol gösterelim.

17.08.2009

BDDGSBBY:)


Tanıştırayım:
ENDURANCE (Environmentally Non-Disturbing Under-ice Robotic ANtarctiC Explorer) yani Çevreyi rahatsız etmeyen buz altı robotik antarktik kaşifi. (çeviren notu: çeviren benim:))
Amerikalıların en sevdiği şeylerden biri de böyle her şeye bir kısaltma yaratmak. Nereye baksanız bir kısaltma bir şey. Bu konudaki ilk "Eureka" diyişim bildiğimiz lazerin aslında baş harfleri L,A,S,E ve R olan (Light Amplification by Stimulated Emission of Radiation) yani "Radyasyonun uyarılmış yayılmasıyla ışığın artırılması" olduğunu öğrendiğim zamandır. ENDURANCE da öyle,ilginç ama gereksiz. Adamlar bir robot yapıyor sonra da buna kısaltma bir isim bulalım diye kasıyorlar. Bizim bitirme projesi de böyleydi: MANGO (Multiagent environment for global optimization). bildiğimiz mango değil yani:) Hatta bitirme sunumunda arkaplana da mango meyvesinin resmini koymuştuk. Nereden nereye..

Şu bilimsel kısaltmalar kadar ilginç bir şey de ünlü çiftlere buldukları kısaltmalar. Böyle biraz bir isimden biraz diğerinden. Karıştıyorsun çok kolay. En ilkellerinden ya da benim bildiğim zaman diliminde ilk aklımda kalanlardan: Bennifer vardır mesela. Ben Affleck- Jennifer Lopez. Haberlerde, konuşmalarda hep ne yapsalar ne etseler Benniferdır onlar. Ayrı düşünemezsiniz. Ayrıldıkları zaman da bu kısaltma da onlarla birlikte yokolur. Bennifer'ın yok olduğunu söylemeyim. Yok artık, azıcık magazin biliyoruz hepimiz:)
Brangelina: Brad Pitt- Angelina Jolie. "Brangelina aşağı, Brangelina yukarı". Brangelina çocuklarıyla burada, şurada, yok dadı mevzusu fln fln. Uzar gider.
Benim en çok takip ettiğim tabii ki : Robsten: Robert Pattinson- Kristen Stewart. Her iki başrol oyuncusunun başına gelen " Ay çok yakışıyorlar" yakıştırmasından fazlası var onlarda. Beraberler, değiller, yok Kristen eski sevgilisinden ayrıldı, ayrılmadı, Robert peşini bırakmıyor, başka kızlarla geziyor, yok film şirketi birarada görünmelerini yasaklıyor, Taylorla(New moonda vampirimiz Edwarddan daha çok göreceğimiz çoğu insanın sevmediği kurtadam rolünde kendisi) Kristenın daha çok birarada olması ne anlama geliyor gibi milyonlarca haber var internette.Oku oku bitmiyor yahu. Bütün gün de insanın işi olmayınca bunlara bulaşıyor tabi. Robsten Lovers gibi bir sürü hayran siteleri var. Yav birkaç seneye unutuluo gidecekler, başka ne insanlarla isimlerini birleştirip yeni takma adlarla magazinde yer alacaklar ama insan seviyor işte, böyle kısaltmayı da üzerine düşünüp gereksiz yazıları okumayı da.:)

BDDGSBBY : Bu da diğerleri gibi sıradan bir blog yazısı:)

14.08.2009

yazasım var..

Evet hem de tüm İngilizlere:))(çok iddialı girdim olaya yaa:) ) Tam "Jude Law piyasadan silindi, eh hem de İngiliz hayranlığı da bir yere kadar, di mi efendim?" derken RPattz-Robert Pattinson karşımıza çıktı. Edward Cullen olarak zaten karakterini her şeyini ne kadar sevdiğimi belirtmiştim önceden. Ama İngiliz aksanıyla kendi konuşmasını dinleyince hala tam bir İngiliz hayranı olduğum ortaya çıktı.

Bir çırpıda aklıma gelen sevdiğim İngilizleri sıralayım bari:

1- Robert Pattinson: Benim yaşıtım+İngiliz aksanı+Çok sade+Çok doğal+Müzisyen...(bitmicek:)burada bırakıyorum listelemeyi)

2- Ed Westwick(Gossip Girl'ün Chuck'ı): Karizma + Aşırı güzel ve kalın ses + Kendine ait bir müzik grubu(Filthy Youth) + Orada solist + Güzel şarkılar + Chuck olarak da aşırı süper bir karakter

3- Lily Allen : Güzel kafa yormayan şarkılar + Sözleri komik + Dinlendirici + Can sıkıntısına birebir

4- Razorlight, Prodigy, Kaiser Chiefs: Üçü de RocknCoketaydı + Üçü de çok enerjik + Razorlight benim için daha çok öne çıkıyor solistinden dolayı, neyse:) + Kaliteli müzik + Her zaman bekleriz.

5- Harry Potter: Evet kendisini karakter olarak çok sevmedim ama kitaplarını okumamı engelleyen tek şey gözlerimin aşırı ağrısıydı. Off gençlik ya.. Serideki 6.kitaptı sanıyorum, o kitabın çıkmasını nasıl beklediğimizi ve almak için dersaneden koşuşumuzu hatırlarım. (evet, o günden sonra test kitaplarım üç gün özledi beni:)) )

6- Arctic Monkeys : Onların ilk iki albümü + Bi de yeni albümleri (thanks to JD:)) + bi de aksanları

7- İngiliz aksanı: Bu yukardakilerin hepsinin belki de altındaki neden şu caaanım İngiliz aksanı:) can't i kaaant diye okumalarını bile sevsinler:) hatta asıl onu sevsinler:)

-ingiliz hayranlığı : anglomania:) evet anglomaniacım :)

yeni arayüz, olmuş mu?

* yeni arayüze geçtim..hani hayat çok tekdüze olunca biraz değişiklik isteyince depresyona girince fln saçlarını değiştirsin ya, bu da öyle oldu sanırsam..daha çok değişir:)ee ne yapayım. sizin de hayatınız tüm gün dizi film kitap üçlüsü ve 4 duvar arasında geçerse siz de değişiklik arıyorsunuz:)

3.08.2009

iyi ki doğdun bloog:)


artık herkesin doğumgününü facebooktan hatırlıyor oldum. Hatta Facebook ilk başta sadece o gün olan insanların doğumgününü gösteriyordu ya. Değişen arayüzde değişen şeylerden biri de sadece o gün olan değil birkaç gün sonra olanların da doğumgününü göstermeye başlamıştı ve ben birkaç insanın doğumgününü böyle erkenden kutlamıştım itiraf ediyorum.
Bu blogunda doğumgünü aslında 11 Ağustos ama ben erken kutlamayı seçiyorum. Neden olmasın canım? Aslında fikri kafamda uzun süredir olan blog bir yaz tatili sıkıntısı ile canlanmıştı o gün. Film şeridi gibi bir bakalım mı?

- İlk yazım sadece bir satırdan oluşuyor ve sadece 9 kelime. (9 sayısının hayatımda yeri çok, herkesin uğurlu bir sayısı olur ya, benim de 9- ona bir yazımda değineyim bari:) )
- İlk başlarda sadece ben bakıyordum. İkinci üçüncü yazımdan sonra kardeşime ve liseden bir arkadaşıma bahsettim blogumdan.
- Google Analytics'i oluşturdum. Google Analytics sayesinde nereden, hangi gün kaç tık almış bu site fln hepsini görebiliyorsunuz. Benim de gördüğüm birkaç Adana tıklaması ve random olarak kendini bu sitede bulanlar oldu.
- Sonra gelen ziyaretçiyi umursamamaya ve bu yazıları bir günlük halinde kendim için yazmaya karar verdim. Fena da olmadı. Yolda giderken bile bir yazı aklıma geliyordu o zaman. Saçma da olsa yazayım diyordum. Sonra yazmayı da unutuyordum ama bir blogum olduğunu bilmek ve aklımdakileri bir yere aktarabileceğimi bilmek büyük mutluluktu.
- İzlediğim filmler, dinlediğim müzikler, sevdiğim şeylerin bir kısmını buraya döktüm. Tekrar bakınca hoş oluyor benim için.
- Okul başlayınca biraz boşlamışım ama hiçbir ayı da boş geçmemişim. Hep bir şeyler olmuş burda. Toplam 46 yazı varmış şimdiye kadar. Aslında çok az. Blog açıp sonradan unutan çoğunluktan biri olmak üzereyim. Aman tanrım!
- Sonra bizim arkadaşlardan da blog açanlar oldu. Hatta izleyicilerim de var, benim izlediğim de. Karşılıklı şakalaştık, yorumlar yazdık, birbirimizin yazılarını takip ettik, yazı fikirleri verdik birbirimize, blog bizim için bir nevi sosyalleşme ortamı oldu. ( Yaş 80 yannız:) )
- Taslak oluşturup yazmadıklarım da oldu. Öylesine bir anda açıp yazdıklarım da. Aslında tüm yazılarım öyle. Plansız direk yazıyorum, sonra açıp bir de imla hatalarıyla uğraşıyorum. ("çok uğraşmışsın belli" dediğinizi duyar gibiyim)
- Kenarlarına koyulacaklarla uğraştım. Eklemeler çıkarmalar, kimler izliyor, kimlerin bloguna bakıyorum, Şekspir amca ne güzel sözler söylemiş ve etiketler bölümünden sonra bir de AdSense koydum. Merak ettiğimden nasıl çalıştığını.

Bööööyle bir sene geçmiş:) Daha nice senelere, iyi ki varsın blog:)

Not: Bu yazım için resim araması yaparken wikipediada ilginç bir şey gördüm paylaşayım: "Yaşgünü paradoksu" diye bir şey varmış. Buna göre 23 kişilik bir grupta aynı gün doğumgünü olan insanların olma olasılığı %50yken, 57 kişilik bir grupta bu olasılık %99a ve doğal olarak da 366 kişilik bir grupta da - artık yılları saymazsak- %100 oluyor bu olasılık.
Doğal olarak milyonlarca blog arasında benim blogumla aynı gün doğan bloglara da gelsin bu yazı o zaman:) Birilerinin birileriyle bir şeyler paylaşmasını sağladığınız için teşekkürler:) ay çok tatlısınız:)

31.07.2009

dikkat dikkat

hazırlık yılımızdaki össden çıkmış ve sadece gezmeye, yemeye ve içmeye harcadığımız beyinlerimize ilaç gibi gelmişti Manga. O upuzun şarkı sözlerini nasıl iştahla ezberledik. En hızlı kısımları söyleyebilmek de herkesin harcı değil.(öhöm öhöm)Ama insan unutuyor, yaşlanıyor, eskisi gibi hadi hemen açalım da ezberleyelim yapamıyoruz eskisi gibi malum çok yaşlandık azizim. Gençlere bıraktık bu işleri.

Hakikaten de öyle ama.. Bu yaşıma geldim,ilk defa RocknCoke'a gittim. Orası ayrı bir konu ama asıl olay şu ufacık çocuklar Manga çıktığında ezbere söylediler, özendim ben de:) Manga eski Manga değil artık. Öyle "bir kadın çizeceksin"li isyankar ergen şarkıları pek yok. "Dünyanın sonuna doğmuşum" şarkısını daha sözlerini anlamadan bile çok sevmiştim ki nakarat kısmını bile doğru dürüst bilmiyormuşum valla. Onlar sahneye çıktığında yandaki ekrandan yanlışlarımı düzeltip bu şarkının tamamını öğrenmeye karar verdim. İyi ki de öyle olmuş, paylaşayım, beraber bakalım, öğrenelim, içimiz acısın. Çünkü sözleri gerçekten de o kadar güzel ki ve bu şarkı kendisini dinleyen ama şarkıyı ezbere bilse de isyankar isyankar söylese de hala aynı şeyi yapmaya devam eden bize hitap ediyor:

"Naber bak, bende dert yok tasa yok
Mutluyum artık bir beynim yok
Dikmişim ekrana gözlerimi
Başka da bir ihtiyacım yok
----evet bu ben ve siz oluyorsunuz şu anda, bütün gün bilgisayar karşısında..ne iş ne güç benden iyisi yok valla:)
Kişisel neyim kaldı ki bir iletim olsun
Tıklana tıklana her şeyim ortada
Atın ölümü arpadan olsun
Her yiğit gibi benimki de meydanda
----ah facebook ah, şair ne demiş: "hayatta hiçbirşeyden çekmedim bu facebooktan çektiğim kadar"
Tıklama konusu ayrı bir dava
Mahkemelerde görülüyor hala
Namusu bacak arasında ararım
Dişi sinek bile görsem laf atarım

Çakma makma, üçe beşe bakmam
Önüm, arkam, sağım solum markam
Bana pastamı verin, ekmeğe gerek yok
Ben tüketmeden var olamam

Ayna, ayna hadi söyle benden daha gamsızı var mı?
Ayna, ayna hadi söyle benden daha arsızı var mı?

Dünyanın sonuna doğmuşum
Ya da ölmüşüm de haberim yok
İyi bilirdik derler elbet ardımdan
Bundan büyük bir yalan yok
Yok , bundan büyük yalan yok
----evet valla küresel ısınma desen bizde, biyolojik silah desen bizde, savaş desen bizde, robotlar dünyayı ele geçircek stresi desen o da bizde.ah 50 yıl önce doğsaydım of of..

Bana dokunmayan yılan bin yaşasın
Dedikodu yapar, keyfime bakarım
Ağzımda sakız, elimde çanta
Fink atarım kaldırımlarda

Bağlanmaya sonuna kadar karşıyım
Ama dizilerimden beni ayırmayın
Değişir dünyam bir tuşla uzaktan
Elimdeki kumandam hayatıma kumandan
----lost, fringe, how i met your mother, gossip girl, futurama dahasını saymicam çok oldu

Yeni bir kart verdi bugün bankam
Puanlarım artık en büyük kankam
Olmasa da cebimde beş kuruş para
Cebimdeki telefon on numara
----gururla söylüyorum kredi kartım da yok, telefonum da en dandikinden:)

“Bak kızım, yedi kocalı hürmüz gibi dolan
Ama ailemizin kızı gibi davran,
Seni alacak biri de bulunur elbet
En kolay parayı hep sen kazan”
----yine üstüme alınmıyoruuum:)
Ayna, ayna hadi söyle benden daha gamsızı var mı?
Ayna, ayna hadi söyle benden daha arsızı var mı?

Dünyanın sonuna doğmuşum
Ya da ölmüşüm de haberim yok
İyi bilirdik derler elbet ardımdan
Bundan büyük bir yalan yok

Yok , bundan büyük yalan yok

Sıkıldım çok, her dakika düşünmekten üzülmekten
Artık yok, kalmadı gücüm düşmekten yenilmekten
Pişmanım erken vazgeçmekten kendimden
Bu alem geçmiş kendinden
Ne gelir elden?"
----boşver manga düşün düşün bir yere gitmiyor herkes bildiğini yapıyor, değişmedi değişmez de:((

not: sosyal mesaj kasmak:)

27.06.2009

......

michael jackson'ı kaybettik..beyazların hakim olduğu dünyada belki hastalığıyla belki de kendi isteğiyle doğduğu renkten uzaklaştı ve genç sayılabilecek bir yaşta ayrıldı aramızdan.
benim neslimdeki insanların küçüklüğüne dair anılardan birisiydi. tam da biraz büyüdük deyip küçüklüğümüze dair anıları özlemle andığımız bir dönemde(ki kendisini çokça da konuştuk bu aralar) böyle gitmesi:(( çok şey yazılabilir hakkında, o kadar büyük bir hayranı değildim ama hayatı hakkında dünden beri okuduklarım onun için üzülmeme sebep oldu. hayatının büyük bir kısmını hayranlarına, şarkılarına ve sahnede olmaya ayırmasına şaşmamak ve hayran olmamak elde değil.. hala inanası gelmiyor insanın..
yaşlanıyoruz biz de..dedelerimiz babaannelerimiz sürekli gençlik anılarını anlatırken ufflayıp puflarken biz de onlara benzedik:) mirkelamın hatıralar şarkısını hatırladım bak şimdi:
"Geçip giden zamanları
Bir yerlerde bulsam
Sonra üzülsem
Üzüldüğüme üzülsem..."

23.06.2009

çok pis dalarım:))

Beş yıldır şu okulda yaptığım en güzel şeylerden biri de dalışa başlamaktı. Artık bir bir yıldızım, hem de bröve için gereken 5 dalış sınırını çoooktaan geçtim. Bodrum'da, Datça'da ve son olarak Kaş'ta daldım ve 15 dalış yapmışım bile. Girmeden önce klasik bakkal matematiği ile "Hımm, bir kat 3 metreyse biz toplamda 6 katlı bir apartman derinliğine mi dalacağız, off çokmuş yaa:((" derken Kaş'ta 25 metreyi zorladım yahu:)Zorlama kısmı da şöyle oluyor, halk ağzıyla vurgun gibi riskli olaylara girmemek için baştan dalışı planlıyorsun, 24 metreden aşağıya inmeyelim diye ama ben bi baktım dalış arkadaşlarım yukarda kalmış:)) Neyse bişii olmass:)
Gezilerden ve tüm gün teknede olmaktan güzel bir şey var mı? Tabii ki de var, dalışın o 20 bilemedin en fazla 25 dakika süren o güzelliği... Mesela Kanyon diye bir yerde daldık:

Bu benim fotoğrafım değil maalesef ama o gördüğünüz dalıcılar 20 metrede duruyorlar şu anda ve yukarıdan 5 metreden 20 metreye o iki duvarın arasından süzülerek geldiler, yani biz öyle yaptık, kendimizi boşluğa ve maviye bıraktık ve uçtuk:))
Bunun dışında kocaman kocaman bir sürü balık gördük, kaplumbağa gördük(kendisi 1 metre çapındaydı sanırsam:)). Dalmayan insana o kaplumbağayı gördüğümüzde nasıl çığlık ata ata oraya koştuğumuzu ve heyecanlandığımızı anlatmak zor:) Ki her gördüğüm ufak balıkla mutlu olan bir insan olarak kaplumbağayı görünce ne kadar mutlu olduğumu anlatmam burada biraz zor.
Konuştuğum herkese de defalarca söylediğim gibi dalışı herkesin denemesi lazım, korkacak hiçççbişesi yok gerçekten, korkacak tek noktası var insanın sürekli sürekli dalası geliyor her gün..Nev'i bilirsiniz, iyi çocuktur, kendisinin de dalma maceraları var hatta çoook da güzel "Mavi" diye bir şarkısı var bunun üstüne. Hemen alıntılayalım:
"Alışamadım bir türlü sığlara
Benim yolum derinlere derinler mavidir
Hasret şarkıları çalınır söylenir gönlümde
O yüzden dalar dalar giderim uçsuz mavilere..."

Bırakın beni:) çok pis dalarım:))

2.06.2009

bite me:)


off bunu buraya yazmak istemiyordum ama artık dayanamicam bu yaşımda tekrar ergen triplerindeyim bu Twilight(Alacakaranlık) serisinin bir hastasıyım ben de. Bir önceki yazımda Twilighttaki Robert Pattinson'a olan hayranlığım hakkında küçük ipuçları versem de kendileri ayrı bir yazıyı hak ediyor bence.
Yakışıklı, zeki, karizmatik ve sesi de kendisinden de çok güzel olan Edward Cullen ve loser, klasik ergenler arasında kendini yalnız hisseden Bella Swan arasındaki fırtınalı aşkı anlatan bir seri Twilight. Fırtınası şurdan kaynaklanıyor: Edward bir vampir ama durun durun korkmayın. Kendisi vejeteryan:) İnsan kanı içmiyor. O ve ailesi Cullenlar normal insanlarla mutlu mesut arkadaşça kardeşçe yaşarken Bella'nın-Edward'ın 100 yıllık vampir hayatında beklediği insanın- gelmesiyle her şey altüst olur ve olaylar gelişiir.. diyelim de fazla anlatmayalım spoilera giriyor:)
Kitaplar sırasıyla: Alacakaranlık, Yeniay, Tutulma ve Şafak Vakti. Böyle ilginç bir karanlık, ay gibi şeyler olur da kurtadamlar olmaz mı:) Tabii ki de var. Bir tane ufaklık Jacob var Bella'nın peşinde. Kendisini görmeden sevmedim yahu o kadar:) Bu serinin sadece ilk kitabının filmi var şu anda: Twilight(2008). (Bu stili de torrent sitelerinden kaptım, orada da hep böyle film ve yanına da gösterim yılı yazıyor:) )
Filmde Edward'ı Harry Potter serilerinin Cedric Diggory'si Robert Pattinson, Bella Swan'ı da Kristen Stewart oynuyor. Kristen bana pek tanıdık gelmedi, zaten asıl ilgi alanım Robert olunca Kristen'a bakmadım pek, itiraf ediyorum. Yukarıdaki Vanity Fair çekimlerinden olan bir fotoğraf( Bu fotoğrafı buraya koymama izin verdikleri için Vanity Fair ailesine sonsuz şükranlarımı sunarım.:P.) var. Bu fotoğrafta da görüldüğü gibi inanılmaz uyumlu bir çift ki milyonlarca hayranları var zaten. İkinci filmin çekimleri izdiham şeklinde geçiyormuş İtalya'da. ( Ayy yine spoiler oldu, kitabın bir yerinde bir İtalya olayları var, vampirler olunca tarihi bir şeyler de işin içinde olacak elbette)
Bir de MTV Movie Awards 2009'da "best kiss"i almışlar, kutlu olsun:)
O zaman yazımızı filmden küçük bir alıntıyla bitirelim, okuyucularımızın affına sığınarak orijinal dilinde yayınlıyoruz:
"Edward: And so the lion fell in love with the lamb.
Bella : What a stupid lamb.
Edward: What a sick, masochistic lion. "

26.05.2009

bunu buraya koymak lazımdı


ben o noktaya geldim sanırsam..:)

20.05.2009

uno dos tres quattro

bir insan kendi sınırlarını nasıl zorlayabilir:) artık 23 yaşına geldin di mi? akıllan uslan otur evinde...yoook efendim..
perşembe akşamı manzaradaki bol eğlenceli, bol müzikli(thanks to my little-in-size but big-in-heart hoparlör:) ) ve bol etrafa zarar vermeceli(çikonun ayakkabısı rahmetli oldu) bir geceden sonra cuma akşamı okulumuzun çimlerinde, cumartesi shantelde, pazar sortie'de ve en son olarak da pazartesi akşamı bedük'le çimlerde mezuniyetimizin acısını ve üzüntüsünü unutmaya çalıştık hep beraber..
gerçekten bitiyor ya..inanamıyorum..buraya geldiğim, yurda yerleştiğim ve akmerkezden okulun yolunu bilemediğim zamanları hatırlarım...
neyse efendim bu haftasonundan bana kalanları sıralayalım bi:
1-
uno dos tres quattro.. tüm hafta sonu bunlarla koptuk..pitbull adlı arkadaşımızın "i know you want me"...çok eğlenceli..müziği başlar başlamaz herkesi aynı anda içine alan ve "un dos tres" üçlemesinden sonra "4"ün ispanyolcada "quattro" olduğunu öğreten bir şarkı..tebrik ediyoruz çok başarılı:)

2-
alexander rybak.."i'm in love with a fairytale" ve onun adı da alexander rybak...eurovisionı baştan izleyemedim ki hadise birinci olacak sanıyordum..öyle bir reklamını yapıyorlardı ki norveç'i kaçırmışız gözümüzden..neyse ki oylamalarda yakaladım da bu güzel şarkıyı da bu tatlı çocuğu da kaçırmadım..kendisi müthiş derecede twilight'ın "romantik vampir"i (twilight serisini anlatırken edward cullen karakterini hep böyle anlatıyorlar yazılarda, sadece romantik kelimesi kendisine yetmiyor maalesef..yakışıklı, akıllı, zeki ve son derece centilmen sıfatlarını da eklemek lazım) robert pattinson'ına çok benziyor. çok başarılı..herkes babyface diyor kendisine ama böyle basit ve yüzeysel bir şekilde tanımayın kendisini. kendisi müzikle yakından alakalı bir aileden geliyor..23 yaşında ve yaptığı şarkılarla kendisine "dahi" yakıştırması yapılıyor. "Fairytale" şarkısından başka bir de "Foolin'" var ki daha çok dinlenilesi ve sevilesi..Ama "Fairytale" tabii ki benim gibi romantik komedilere ve böyle hikayelere "Ayy, çoook tatlıaaa" diyerek yaklaşan bir insan için daha uygun. Dinlemeye ve Alexander'ı takibe devam.

3-
bedük. bedük bedük bedük..gerçekten kendisini severdim..dün gece daha birçok sevdim. "automatik" şarkısına çektiği düğün salonu video kaseti konseptli klibiyle anlamsız bir şekilde ilginç zıplama ve kollar açık pozisyonuyla da yarım metre çapındaki bir alanı o kolları açma hareketiyle kendinize ayırıp insanları sizden kaçırmanıza neden olan kolbastıyı karadeniz yöresinin gençlerinin oyunu olmaktan çıkartıp tüm türkiyeye sevdiren bir insan kendisi. konserine de aynı gözlükleriyle, takım elbisesiyle ve o muzip gülüşüyle(ay bu kelime de ganimüjde tarzı bir tanımlama oldu ama muzip en uygunu gibi bu gülüşü tanımlamaya) gelmişti. sadece kendi ünlü şarkılarıyla değil coverlarıyla da coşturdu bizi. keşke daha çok kalsaydı..gitme bedüüük diyemedik artık dans etmekten çok yorulmuştuk çünkü en son "automatik"le halsiz bıraktı biz genç bedük severleri..

4-
madcon.. kendisi gidip kadirhastaki khasfestte gidip izleyemesek de kendilerinin kulağını "beggin' beggin yuuuu" ve "liaaar" diyerek bol bol çınlattık. çok güzel bu şarkılar yahu..ya da bizim kafamızın güzelliğinden midir nedir bu şarkıyı defalarca dinlememize rağmen bıkmamamız hatta hala şu anda dönmesi sürekli playlistimde:)

5-
duman.. gelmedin, gelemedin, üzdün bizi duman. biz seni çok seviyoruz ama bu okul bizi kavuşturamadı sana, konserin olacaktı, ezberledik şarkılarını ama sen gelmiyorsun. kimseyi sevmedik biz senden daha güzel.. gelmesen de severiz biz seni:) andık bol bol seni "haydi babam cooş, burda müziik hoş" diyerek kaanı taklit etmeye çalıştık aynı derecede kafamız güzel olmasa da yaklaşabilmişizdir umarım ona:)

benden bu kadar şimdilik, gördüklerimi yaptıklarımı kendime saklamak yerine size de aktarmak istedim. ne mutlu bana, ne mutlu:) geçmiş 19 mayıs sportsfest'iniz de kutlu olsun o zaman:)

not:bu arada bedükle pitbull da benziyorlarmış ya, resimleri ekleyince fark ettim
not 2: bir de alexander rybak'la robert pattinson çok benziyor dedim ya:) ikisi de aynı gün yani 13 mayıs 1986'da doğmuşlar.ikiz çıkarlarmış, ne gülerim:) güzel tesadüf..tesadüfleri severim:)

12.05.2009

please don't stop the music!

evet lastfm sözüm sana.. neymiş efendim paralı olmuş, artık şarkı dinlenemiyormuş ücretsiz olarak, para ödememiz gerekiyormuş. bunu duyduktan sonra bir daha girmez oldum lastfme, hatta kalan son 30 bedava şarkı hakkımı da hala kullanmadım, kullanmicam da:)

Ben de kendime yeni bir oyuncak buldum. Fizy. Türk girişimciler yapmış geçenlerde bir seminerde duydum ve gayet de güzel basit arayüzlü bir müzik kutusu:

aynı anda 25 şarkıyı listenizde tutabiliyorsunuz. arama kutusundan kolaylıkla arama yapıp istediğiniz şarkıları yandaki bir "+"dan listenize ekleyip dinleyebiliyorsunuz. videosunu da izleyebilirsiniz. yüklenmesi dinlenmesi kolay. her şey de var. ayrıca bir de listeler kaydoluyor. kayıtlı kullanıcı olmasanız da aynı browserda siteye tekrar girdiğinizde son şarkı listeniz yine çıkıyor karşınıza:)

kullanımı basit, rahat ve milyonlarca şarkıyı da indekslemişler(bir sitede 75 milyar yazıyordu, inansam mı?:))

Daha önce de size yine bu sayfada musicovery'yi anlatmıştım, bunu daha çok sevdim sanırsam:) bilgisayarımı yormuyor, beni yormuyor, arayüzü yormuyor.

bu arada yıllık yazısı yazmaktan sürekli böyle bol bol birbiriyle uyumlu cümleler, kelimeler seçer oldum. yeter artık:)

- not: bu arada düşük kalitede koydum, şarkı listem okunmasın diye:) eehee çok kötüyüm:)
- yav zaten kim merak edicek benim şarkı listemi, kendi kendime yazar triplerine giriyorum.
- ay bu arada kendi kendime konuşuyorum şu anda, pek hayra alamet değil.
- ikizler burcuyum ya ondan..
- yav ne alakası var
- var var:)
- neysee:))

23.04.2009

küçük şeylerle mutlu olmak:)

Evet ne güzel di mi, bunu söylemek uygulamak. Geçen yazımın duygusallığının etkisi geçmeden yine sizi duygusal bir yazıya boğmak istemiyorum, "di mi sayın seyirciler?" Ay bunu da geçen bir festivalin sunucusu(hangisi olduğunu söylemeyim çocuk rezil olmasın:)) sürekli her cümlesinin sonunda nokta yerine bu cümleciği kullanıyordu. Bir de çok sevgili(!) başka bir arkadaşımın blogunda da yine aynı mantıkla her blog yazısının sonunda "Peki sizce nasıl sayın okuyucular?". Tamam da ne bu şimdi? Valla uyuz oldum. Biz insanoğlunu anlamak zor valla, yaptığımız her şeye bi onaylamaca istiyoruz mutlaka. Başkaları onay vermeden sanki yaptığımız şey bize hiçbir şey katmıyor gibi. "Sosyal varlıklarız şunun şurasında:)" dediğinizi duyar gibiyim, ay benim sayın seyircilerim, yerim sizi:P


Neyse yine geyiğe sardık, ne anlatıyordum bugün ben, hıh bugün çok güzel bir film izledim. "Ensemble, c'est tout" Fransızcası, Türkçesi "Biraradayız, mutluyuz" gibi bir şey. Kendi küçük hayatlarında mutsuz olan insanların biraraya gelerek birbirlerinin içindeki sevgi pıtırcıklarını ortaya çıkarması. Yukardaki resimde de görüldüüğü gibi hepsi birarada ve mutlu. Filmi izlerken onlarla beraber üzüldüm, beraber mutlu oldum. Tavsiye ederim, konusunu anlatıp sıkmak istemiyorum.

Beni böyle izledikten sonra mutlu eden, tekrar tekrar severek izleyebileceğim birkaç filmi buraya yazayım o zaman:

1- Amelie

Kesinlikle Amelie birinci sırada. Hangimiz bazen biraz Amelie olmak istemez ki? Yani en azından öyle bir insan var, o da benim. Tek yaptığı şu sıkıcı hayata bir renk katmak ve bunu sadece ve sadece olaylara herkesin baktığı gibi değil de biraz farklı ve olumlu gözlerle bakarak başarıyor. Bir kez o çok mutlu olduğu sahnede görme engelli bi amcayla yürüyüp ona çevresinde olup bitenleri anlatışı var ya:
"Let me help you. Step down. Here we go! The drum major's widow! She's worn his coat since the day he died. The horse's head has lost an ear! That's the florist laughing. He has crinkly eyes. In the bakery window, lollipops. Smell that! They're giving out melon slices! Sugarplum, ice cream! We're passing the park butcher. Ham, 79 francs. Spareribs, 45! Now the cheese shop. Picadors are 12.90. Cabecaus 23.50. A baby's watching a dog that's watching the chickens. Now we're at the kiosk by the metro. I'll leave you here. Bye! "
Görmeyen bir insana göz olması ve bizim de yaptığımız gibi hayatı ve hayatın içindeki güzellikleri tam anlamıyla göremeyen birkaç kişinin gözlerini film boyunca açabilmesi:) Çok güzel bu film, yine izleyesim geldi.

2- Jeux D'enfants

Bu filmi nasıl daha önce izlememişim, bilmiyorum. Filmde çalan "La vie en rose"u o kadar çok dinledim ki oda arkadaşlarım benden bayıldı sanırsam:) Film hakikaten de Fransızca çevirisi gibi birebir "Çocuk Oyunları"yla geçiyor. Bir küçük oyuncak üzerinden geçen ve onla sonlanan hem hüzünlü hem eğlenceli bir hikaye. Bir de oyuncular o kadar şirin ve rollerine o kadar tam olmuşlar ki, ay çok tatlılardı valla. Oyun üzerinden geçen aşk hikayeleri yine oyunla son buldu, tamam son bulmadı ama yine de keşke devamını görebilseydik üzüldüm sonunda:(

Daha başka filmler de var da canım bunları yazmak istedi şimdilik.:)

18.04.2009

üç iki biir..peyniiiir!!



fotoğraf çekmek güzel bir şey. ya da değil mi? sürekli bir paylaşmaca..hele facebooktan sonra olay sadece "facebooka koyarız" diye fotoğraf çekilmece döndü. bu geçiş filmli fotoğraf makinelerinden dijital fotoğraf makinelerine geçişten daha hızlı ve sancılı oldu sanırsam. ilkinde sadece bastırdığında ve arkadaşların yanındayken görürken(ki en güvenlisi hem fotoğrafı anlatma şansın da oluyor) ikincisinde e-maille senin bildiğin insanlara senin izninle giderken facebookla Mark Zuckerberg(bilmeyenler için bakınız Facebook kurucusu genç girişimci daha doğrusu akıllı, bilgisayar mühendisliğini bırakmış) bile albümlerime bakıyor olabilir şu anda ve istediği yere de post eder kim karışır.

bilmiyorum gece gece eski fotoğraflara baktım da şöyle..insan hatırlamak için çeker değil mi fotoğrafları? ama unutmak da isteriz di mi? bu her şeyi her yaptığımız şeyi ölümsüzleştirme çabası niye bilmiyorum. biraz dolaştım resimler klasörümde..unutulması gereken de hatırlanması gereken de ne çok şey varmış.
bir de sürekli böyle geçmişi iyi de kötü de olsa hatırlamaya çalışmak da şu anı yaşamamızı engelliyor sanırsam.
nerden mi esti? bilmiyorum mezun olma üzüntüsü, hayatının nasıl devam edeceğinin belirsizliği fln fln.

29.03.2009

sanatsever bi insanım aynı zamanda..

blogumun yan tarafındaki "ne olmuş en son bunlarda?" kısmına baktım da bizim gosanatınınincelikleri takma adıyla yeni bişiler yazan çok muhterem arkadaşım çiko'nun da etkisiyle bu haftasonu katıldığım etkinlikleri siz çok özel sanatsever okuyucularımla paylaşmak istedim. zaten uzun zamandır yazmamışım:) iyi olur...

İki tiyatroya gittim. Bayağı uzun zaman olmuş gitmeyeli. Ben tiyatro seviyomuşum ya unutmuştum. Sinemada büyük büyük kafalar görmektense gerçek insanları görüo gözlerindeki heyecanı izleyebilmek güzel bir duygu..

İlki Memet Ali Alabora nam-ı diğer Memoli'nin oyunu "Muhabir". Ah ah vakti zamanında Yılan Hikayesi izlemek için kırk takla atardım evin içinde. Cidden ama sırf bu diziyi izlemek için bir sürü misafirliğe gitmedim ki ben misafirliğe gitmeyi, orda sonsuz konuşmayı hep seven bir insanımdır. Kardeşlerim konuşmasın diye ne kadar yalvarmışlığım vardır ve sırf kanalı değiştirmesinler diye kumandayı taaa bir saat öncesinde sahiplenmemi de hatırlarım. Çocukluk işte:) (Büyüdüm ya ben, evet evet hıhıı)

Neyse efendim, oyundan bahsedelim biraz. Oyunda Memet Ali Alabora kendi yaşamından bahsediyor bizlere. Sanatçı olan ailesinden, ünlü birçok isimle olan anısından bahsederken bir yandan da daha 17 yaşındayken bir "muhabir" olarak çalışmaya başladığı "A takımı"ndan da bayağı bahsediyor. Düzenin bozukluğundan hayatımızı nasıl basit yaşadığımızdan bir muhabir olmanın "çok büyük şeyler geçen bu dünyada ne kadar küçük bir yer işgal ettiği ve bu küçük aklınla bazı şeyleri anlamanın ne kadar zor olduğu" anlamına geldiğinden bahsediyor. Yani sanırsam.. Ya da ben böyle anladım. Güzeldi, İstanbul Modern'deydi, ücretsizdi, gidilesiydi, salon doluydu, yaşlısı genci:)

İkincisinin de hikayesini anlatayım. Biz bir gün bölümce bizim bölümün labında boş boş dururken( kim okuyorsa bu blogu artık anlatmaya çalışıyorum, cmpeciler olarak labda laflıyoruz işte:) ) dedim ki "gençler gençler tiyatroya gidelim nasıl olur?". Sonra baktık güzel oyunlar var ama bilenler bilir Brecht'in oyunlarının güzel olduğunu, ben bilmiyordum öğrendim. O da bizzat kendisi kapitalist düzeni çokça eleştiren ve bunu güzel bir şeyle sanatla yapan bir insan. Emekçilerin emeklerinin karşılıklarını alamaması ve sahtekarların nasıl hep baş tacı edildiğini ironik bir dille anlatabilen bir insan. Bu oyun, Brecht'in üç oyunu "Schweyk İkinci Dünya Savaşı'nda", "Arturo Ui'nin Önlenebilir Tırmanışı" ve "Üç Kuruşluk Opera"nın birleşiminden oluşuyor. 2. Dünya Savaşı sırasında geçen oyunlar gayet eğlenceli. Uzunluğuna rağmen insanı hiç sıkmıyor, aksine düşünecek o kadar çok şey doluyor ki kafanız "Bir dakika biraz daha anlatsın, çok güzel şeyler söylüyor, susmasın, dinlemek ve öğrenmek istiyorum" dedirtiyor, yani bana dedirtti. Oyun aracılığıyla bayağı bir şey öğrendim:) Tenks Brecht, you are the one:)
Bir de işin komik tarafı bilet almaya gittiğimizde bize bilet satan insan ki kendisine türlü laflar ettik en başta "Ay biz Tiyatro Pera'nın yerini bilmiyorduk" gibi:) Oradaki panoda olan onlarca gazete küpüründen anladım ki bu insan Nesrin Kazankaya'ymış. Bayağı ünlü bir tiyatrocu, oyun yazarı, yönetmen ve oyuncu. Neyse artık:) Zaten asıl olay Levent İnanır'ı yolda görüp de tanımayıp bir de üstüne "Pardon Tiyatro Pera neresi?" dememizle başladı ki içimizden biri "Bu adam bilir mi ki?" demişti:)
Bu yazımı Üç Kuruşluk Opera'nın meşhur kapanış parçası olan "İnsan Neyle Yaşar?" parçasıyla bitirmek istiyorum. Dipnot olarak da ekleyim bu seneki bienalin kavramsal çerçevesi olarak belirlenmiş bu opera ve bu parça:

Sayın baylar bize hep ders verirsiniz.
"aman, günah, ayıp, kötü, yanlış."
aç karnına kuru öğüt çekilmez.
önce doyur beni, ondan sonra konuş.
sende göbek, bizde ahlâk nedense.
şimdi bizi iyice dinle bak;
ister şöyle düşün, istersen böyle:
önce ekmek gelir, sonra ahlâk.
artık vermek gerek, unutmayın sakın,
tüm nimetlerden, payını yoksulların.

insan neyle yaşar?
insan neyle yaşar: ezip hiç durmadan.
soyup, dövüp, yiyip yutarak insanları.
yaşayabilmek için hemen unutmalı,
insanlığı unutmalı insan.
katı gerçek budur, kaçınılmaz.
kötülük yapmadan yaşanamaz.

efendiler, bize ahlâksız dersiniz,
kötü kadın, utanmaz fahişe.
aç karnına suçlanmak hiç çekilmez,
önce doyur beni, ondan sonra söyle.
sende şehvet, bizde edep nedense.
şimdi bizi iyice dinle bak;
ister şöyle düşün, istersen böyle:
önce ekmek gelir, arkadan ahlâk.
artık vermek gerek, unutmadan sakın,
tüm nimetlerden, payını yoksulların.

insan neyle yaşar?
insan neyle yaşar: ezip hiç durmadan.
soyup, dövüp, yiyip yutarak insanları.
yaşayabilmek için hemen unutmalı
insanlığı unutmalı insan.
katı gerçek budur, kaçınılmaz.
kötülük yapmadan yaşanmaz.


Dipdipnot: gosanatınınincelikleri yazısını görünce ben de yaziyim dedim, etkilenmemek için de yazıyı okumadım şimdi okicam:)

15.03.2009

15 dakikalık şöhret


ıssız adam dalgası daha ne kadar devam edecek derken şimdi bir de "kızsız adam" çıktı. Başını izlediğimde beğenmemiştim ama baktım her yerde çıkmaya başladı bu elemanlar(yoyoya selamlar:), kendisi bu eleman lafını çok bulaştırdı bize de) her yerde çıkmaya başlayınca ve facebook'ın yeni home sayfasında insanların video postlarında sürekli görünce izlemeden edemedim.(Bu arada tam facebook ile bağımı koparayım derken bu twittervari yeni home sayfasındaki videoları izlemeye sardım çok fena!)
Kızsız Adam güzelmiş, zaten böyle aykırı tipler çıkıp bir şeyler yapmasa olmaz ama buna uğraşmışlar bayağı. Başroldeki kISSIZ adamımız da yukarıdaki resimde gördüüğünüz komik insan-Hayrettin Karaoğuz. Kendisi orjinal ıssız adamdan çok daha iyi ve komik bir insan. Tabii ki benden kaçmaz:) Hemen Facebooku var mı diye bakıp ordan profil fotosunu sizler için arakladım. Kendisinin tek kişilik gösterisi var fln. Bayağı aktif bir kişilikmiş aslında. Ama dün Disko Kralı'nda da anılan Endi Vorhol( okan bey bunu böyle telaffuz ediyo, doğru da söylüyo ama yazınca çok komik görünüyo) amcamızın da söylediği gibi "Herkes bir gün 15 dakikalığına ünlü olacak!" sözü Hayrettin için geçerli olmuş bile. Umarım ünü sadece 15 dakikayla da sınırlı kalmaz. Bol bol görürüz onu televizyonlarda:)

14.03.2009

ain't no sunshine!


yeter artık ama güneş çıksın şu bulutların arkasından! biliyorum kuraklık yaşancak küresel ısınma fln derken bayağı bir yağmur duası entrysi yapılmış ki, yukarı taraftan durmadan bir output gelmekte. barajlar %86 dolu bugün itibariyle. "ay barajlar dolsun" cümlesi artık "barajlar taştı taşacak" muhabbetine dönecek, az kaldı.
vallahi şu durumda bir ingiltereden irlandadan ne farkımız var inanın bilmiyorum. aynaya bakıyorum vampirden farkım kalmamış (evet yoksa siz hala twilightseverlileştiremediklerimizden misiniz:) ). soluk ve mutsuz bir yüz aynada gördüğüm.. yani hiç bişey değil onlara benzemekten korkuyorum. "kan istiyorum kaan" diye dolaşmayım. ben seviyorum türk yemeklerini ve tatlılarını.:) yeni tatlara ihtiyacım yok
halbuki ben güney insanıyım. mart geldi mi, bizde tişörtler giyilir sonra amele yanığı olursun mart bitmeden:) sıcaktan bunalırsın, hoca ders anlatamaz sen dersi dinleyemezsin, hava güzeldir dışarıda olmak varken neden kapalı ortamda kalalım ki:)
ama şu an dışarısı o kadar soğuk o kadar kapalı ki hava, yurtta oturup depresif takılmamak elde değil. kat kat giyinip dışarı çıkmaya da üşeniyorum. o eskilerde kalmış, annemin olması lazım onun için. abuk subuk bir sürü eldiven bere hırka giyicem de öyle çıkcam da ohooo..
hem bakın anlamlı şarkılar bile var bu konuyla ilgili "leeet the sunshine in", sunny gazozlarının eğlenceli şarkısı "sunny"(bu arada bu şarkı da kadının sesi ve müzik böyle bi komik ama sözlerine şimdi baktım da güzelmiş, sadece reklam müziği ya da tatil köyü tanıtımlarında dinleyince ciddiye almıyor insan:P )
başka ne var bakalım "little miss sunshine" var, o da şirin bir filmmiş.
efendim demem odur ki...sıkıldım valla ben biraz bronzlaşmaak istiyoruuum, son dönemim çimlerde yatıp ortam yapmak istiyorum:)

25.02.2009

musiiic !!


"anlamazdıııın anlamaazdıın"..bu şarkıyı ıssız adamı izlemeseniz bile bilmemeniz imkansız. filmin başlamasıyla beraber her yerde özellikle taksimde bu şarkıyı duymadan ilerlemeniz için sağır olmanız lazımdı. bir de alakasız teyzelerin amcaların bile telefon melodisi bile bu şarkıydı bir ara.
halbuki geçen bir yazı okumuştum. 45lik bar Djlerinden biri diyordu ki "yav bu şarkıyı eskiden çalsak herkes değiştirmemiz için ısrar ederdi, şimdi sürekli bunu istiyorlar çalmamızı". ee ben de öyleyim ama playlistimin yarısı böyle soundtracklerden oluşuyor..seviyorum napiiiim.. böyle filmden sahneleri hatırlıyorum mutlu oluyorum, kuru kuru dinlemektense böylesi daha güzel. hadi beş tane sayayım bari:

1- Heath Ledger- Can't take my eyes off you...
filmi izleyip de bu şarkıyı sevmemek mümkün mü? Patrick kendini Kat'e affettirmek için okul bandosunu ayarlar ve tam Kat antremandayken Patrick elinde mikrofon şarkıyı söylemeye başlar: "You're just to good to be true.." ve bando da ona eşlik eder. Affetmemesi mümkün mü? Bu şarkının her halini Muse'lüsünü, Andy Williams'lısını ve en çok da Heath Ledger'lısını severiim..

2- Mama Cass- Make your own kind of music
Bu şarkıyı böyle yazınca hatırlamayabilirsiniz hatta Umut Sarıkayanın bir karikatüründeki "Abi sakın LOST'a başlama, çok pis bağımlılık yapıyor!" önerisini dinlediyseniz hiç bilmiceksiniz bu şarkıyı. Bu şarkı ikinci sezonun ilk bölümünde "yav noluyo" diye izlediğimiz bir yerdi. Adamları birinci sezonun en sonunda bıraktığımızda gayet güzel otların içinde ananaslarla domuzlarla beslenip uçakta buldukları pili bitmek üzere olan cdplayerlardan müzik dinlerken(ah ah LOST 2004te başladığında iPod fln o kadar meşhur değil o zaman, insanlar hala MP3 CDsi fln yapıp dinlerlerdi azizim.:) ) birden bir adam gramafona bir plak takar ve bu şarkı eşliğinde kendisine kahvaltı hazırlayıp sabah sporunu yapardı. Mama Cass de oradan "Make your own kind of music, sing your own special sooong!" diyerekten bize felsefik mesajlar verir. (anlamayanlar için bknz. music => yaşam, ya da bir dakika ben mi yanlış anladım, onu demek istemiyor muydu acaba? Ama şarkı bu haliyle, bu anlamıyla çok güzel)

3- Glen Hansard & Marketa Irglova - Falling Slowly
Once filmini izlediniz mi? Cevabınız "Hayır" mı? Aaaa, inanmıyoruum, böyle güzel bir filmi kaçırmış olamazsınız. Filmin baş karakterlerinin isimlerini bilmiyorum, kimse bilmiyor çünkü "the guy" ve "the girl" olarak geçiyorlar. İkisi "Before Sunrise" tarzı bir şekilde tanışıyorlar. "the guy" sokak müzisyeni ve "the girl" de sokakta gül satarak hayatını kazanmaya çalışıyor. nayıır nolamaz bu bir türk filmi değil tabii ki de:) İkisi Dublin sokaklarında tanışıyorlar ve birbirlerine aşık olmuyorlar sonu güzel bitmiyor ne yazık ki-ikisi de kendi hayatlarına geri dönüyor- ama birarada oldukları zaman ikisini birbirine bağlayan şey müzik oluyor. Bu yukarıda ismi olan şarkı da ikisinin beraber seslendirdikleri inanılmaz güzel bir şarkı. "You have suffered enough, and warred with yourself and it's time that you won!" bu filmi özetleyebilir.

4- Michael Cera & Ellen Page - Anyone Else But You
Juno'yu sevmemin en büyük sebeplerinden biri bu şarkı desem çok klişe olacak ama zaten aslında hikayeyi ve tiplerin tipsizliğini ve olayın absürdlüğünü sevdim en çok. Bu şarkı da sonuna o kadar o kadar güzel gitmiş ki. Daha önceki yazılarımda Juno hakkındaki düşüncelerimi belirtmiştim, bir daha laf kalabalığı olmasın ama şu şarkının sözleri o kadar saf o kadar güzel ki filmdeki çocuklar gibi. (Ama sarışın çocuk bombaydı şimdi, yazımın tüm büyüsü kaçıyor bu tip yüzünden ama yazmadan da geçemezdim çok komikti ya, o saf ifade hala aklımda:) ) "i don't see what anyone can see in anyone else but you" diye yazdığımda filmi izleyenler o tatlı son sahneyi hemen hatırlar.

5- Take That - Rule the World
Fantastik filmleri ve kitapları her zaman sevmişimdir. Stardust'ı ilk izlediğim zamanı hatırlıyorum. Erimiştim ekranın önünde. Yüzümdeki o aptal gülümsemeyi filmi benimle beraber izleme şanssızlığını yaşayan svlchsn (kendisine selamımı iletirim burdan, okumaz burayı o neyse) ile defalarca bu şarkıyı dinlemiştik. Filme o kadar çok bayılmıştım ki sürekli "ya film ne kadar tatlıydı, çocuk ne kadar tatlıydı" diyip durdum bir süre. Filmdeki çocuk kasabanın en güzel kızına aşkını ispatlamak için geçilmesi yüzyıllardır yasak olan "Duvar"ın arkasına düşen yıldızı getireceğini söyler. Ancak kendisini "loser" sanan bu çocuk aslında annesi o yasak "Duvar"ın arkasındaki büyülü krallığın prensesi Una'dır. Neyse efendim, "Yıldız Yvainne"le tanışan ve onu zorla kasabaya sürükleyen arkadaşımız sonunda aslında o kızı sevmediğini Yvaine'i sevdiğini anlar ve başta da verdiğim spoilerdan da anlaşılacağı gibi o büyülü krallığın başına geçer ve sonsuza dek mutlu yaşarlar. Aslında sonsuza değil de hadi siz izleyin filmi bakiiim:) "Eee hadi neyney, çok konuştun yine" demeyiniz, geldim konuya. Bu şarkı da filmin bitiş müziği işte. "A star so bright you blind me" derken Take that arkadaşlarımız "Love is blind" mottosuna atıfta bulunuyorlar:)

bunlar aklıma ilk gelenler. "ama neyneey bunu unutmuşsun, şunu unutmuşsun"u yorumlarda beklerim..biliyorum unuttuğumu üfürükraş çok ısrar etti hızlıca bi yazdım gitti:)

20.01.2009

yine mi yaa!!

yine bir "10 things i hate about you" dönemine girmiş bulunmaktayım, hayırlı olsun. dreamy'nin(burada isim vermeme ısrarım sürüyor maalesef:) ) başının etini yemem sonucunda kendisi de bu akşam filmi izlemiş, tabiii ki de çok beğenmiş. Beğenmemesine yüzde sıfır şans tanıyordum zaten..

Ben de dayanamayıp filmden beğendiğim sahneleri bir daha izledim.Filmi bundan önce yüz kez izlediğimi bilen arkadaşlarımdan biri de "Bakalım gözden kaçırdığın yerler var mı?" dedi ki. Aslında yok ama yine de bir blog yazısında yazmak istediğim güzel yerleri var.

- Kat'in sarhoş olduğu sahnede Patrick'e bakıp "Your eyes have a little green in them" diyip böööyle bir bakışından sonra son sahnelerde elinde kağıt kalem varken koccaman bir göz çizdiğini görüyoruz.

-Ya da Fender Strat hayranı olan Kat'e Patrick'in son sahnede Fender Strat alması güzeldi.

Filme bayılıyorum ya, bak yine izledim bu akşam. Hadi bakalım..

Aa bir de en güzel laflardan biri sınıfta duvarda yazan bir yazı "What is popular is not always right, what is right is not always popular!"

Not: Yandaki "Şekspir amca demiş ki" köşemiz de bu film sayesinde Shakespeare konusunda bayağı bir şeyler karıştırıp kendisine hayran olmam çerçevesinde siz okuyucularıma güzel bir armağandır. Günlük değişmektedir. İyi seyirler..

4.01.2009

yeni yıl yeni yıl



"Mutlu yıllar 2009!" "Happy years!"..Bu yılbaşının benim için favori mesajlarıydı..
İlkine bakalım: Mutlu yıllar 2009, ne demek yav? yani "Doğum günün kutlu olsun neyney" ,"İyi ki doğdun neyney" gibi bir anlamda kullanılıyor sanırsam ama Türkçe olmadığı kesin.. Nasıl bir dilek ki 2009'a mutlu yıllar dilemek..valla anlamıyorum..

İkincisi de "happy years"..bunu tarzanca yani türkiş ingliş konuşan bi vatandaşımız yazmış çok tiki olan Yeniköy'deki kafesinin camına... Kendisini tebrik ediyorum..

Yukarıdaki resme gelince odamızdaki yılbaşı kutlamaları çerçevesinde cama yaptığımız bir saldırı şeklinde algılanabilir.. Biraz geniş yazmam nedeniyle 20 09 oldu ama sonundaki gülücükle kurtarıyorum sanırsam...Yeni yıl yeni yıl yeni yıl yeni yıl sizlere kutlu olsun yeni yıl yeni yıl yeni yıl yeni yıl bizlere hepimize çook mutlu olsun:)