16.12.2010

everybody hurts

evet bu blogu ihmal ediyorum ama parisin kafelerinde reklamını yapmaya devam ediyorum:)) bu sefer çiğdemle ipeke söyledim, baktıkları zaman sürpriiz olsun onlara. onlara blogumdan bahsettiğim gün bir yazı gireyim dedim..
konu bulmak zor olmadı, bugün gittiğimiz yerde hep REM çalıyordu, ben de açtım REM dinliyorum, facebooka odaklanmışken, arkadan bir şarkıya daha dikkat kesildim ve everybody hurtsü dinledim, bu şarkıda çoğunlukla benim için melodi sözün önüne geçmiştir, everybody huuuuurts derim ama gerisine çok dikkat etmemiştim, bir açtım sözlerini..ilaç gibi geldi, çok doğru geldi, beraber görelim:
When the day is long and the night, the night is yours alone,
When you're sure you've had enough of this life, well hang on
Don't let yourself go, 'cause everybody cries and everybody hurts sometimes

Sometimes everything is wrong. Now it's time to sing along
When your day is night alone, (hold on, hold on)
If you feel like letting go, (hold on)
When you think you've had too much of this life, well hang on

'Cause everybody hurts. Take comfort in your friends
Everybody hurts. Don't throw your hand. Oh, no. Don't throw your hand
If you feel like you're alone, no, no, no, you are not alone

If you're on your own in this life, the days and nights are long,
When you think you've had too much of this life to hang on

Well, everybody hurts sometimes,
Everybody cries. And everybody hurts sometimes
And everybody hurts sometimes. So, hold on, hold on
Hold on, hold on, hold on, hold on, hold on, hold on
Everybody hurts. You are not alone


çok güzel şarkı, çok çok güzel şiir! bazen güçsüz olduğunuzu ya da çaresiz hissettiğinizi düşündüğünüzde bunu hatırlamaya gerek var: bir tek bizim başımıza gelmiyor, yalnız değiliz:))

5.12.2010

paris - 5 aralık 2010

başlık bulamadım aman öyle olsun...
paris'e gelmek burada yaşamak hep hayalimde olan bir şeydi, zaten söylemiştim size. ama burada olmanın zorluklarını, kolaylıklarını, güzelliklerini, kötülüklerini keşfediyorum bazen yavaş yavaş, bazen birdenbire...
ama burayı seviyorum..
burası benim "into the wild"ım..
atina'daki yaşamımı da seviyordum, orada olmak 2000 yıllık tarihiyle fazlasıyla gurur duyan ve bu gururun bedelini tüm avrupaya ödeten bir milletle yaşamaya çalışmak ve orada bir türk olmak.. kolay olmadı tabi, ama aklımda hep güzellikleri kaldı tabii ki. hatta sonu kötü biten birkaç arkadaşlığımda bile hep güzel noktaları güzel anıları bende yaşatıyorum.orada hayatım boyunca değer vereceğim çok güzel insanlarla tanıştım, çok güzel ve eğlenceli çok uluslu bir ortamda bulundum, sabaha kadar denizde yüzdüm, şarkıcılara çiçek attım, şişmanladım zayıfladım, işten çıktım gittim saganakimle kolokitokeftedesimle güzel ev yapımı şarabın tadını çıkardım. güzel havası ve güzel yemeği olan, insanlarının hedonizmin son noktasındaki yaşamını gördüm...

ama paris.. buraya ilk geldiğimden beri fransızcam acayip gelişti bir kez, kendim çalışmam da bir yere kadarmış, buraya gelip konuşmak geliştirmek gerekiyordu, geliştirdim.. insanları gördüm, burada en sevdiğim şey, çok güzel bir karışım olması buranın,
mesela metroya bindiğinizde bile gördükleriniz inanılmaz. burada evsizlere SDF yani sans domicile fixe yani sabit adresi olmayan deniliyor. burada evsiz demek kaba bir tanım..insanlar SDFlere saygı gösteriyor, hatta sırf keyfi nedenlerle bu yaşamı seçen bir sürü insan var, onların gerekçesi bu modern tüketim toplumuna aşırı derecede karşı olmaları, ama ironik olan da hayatta kalmalarını sağlayan o tüketim toplumunun bir parçası olan insanlar. komik!
ikincisi metroda birden burnunuzun ucunda hoparlörü ve mikrofonuyla gelmiş bir şarkıcı bulabilirsiniz. binmeleri serbest ve hakikaten de güzel müzik yapıyorlar, şahsen kendilerinin seslerini kaydediyorum. küçük bir arşiv oluşturucam, ileride ünlü olurlar bakarsınız. hatta belki bilenleriniz vardır, ünlü bir keman virtüözü metroda çalıyor ve insanlar durup bakmıyor, yazık! o kadar çok şekilci olmuşuz ki..buraya bakarsanız ne demek istediğimi anlayacaksınız.
metroda üçüncü sevdiğim şey ise metroda insanların çeşitliliği, tüm dünyayı küçük bir metro vagonuna sıkıştırabilen bir yer burası.. hem karmaşa hem düzen bir arada, o çeşit çeşit deri renginin, kıyafetlerin, yaşın, bakışların ayrı olması o insanları birbirinden ayırmaz birbirine birleştirir, farklılıklarını kutladıkları yer bir metro vagonu!
fransa'nın mottosunu bileniniz vardır belki: "liberte, egalite, fraternite" yani özgürlük, eşitlik, kardeşlik..burayı güzelce tanımlayan bu bence. bakmayın fransızlar hakkında burnu büyük ve diğer milletleri aşağılayan bir millet olduklarını söyleyenlere, bu ülkede burada doğup büyüyen herkes fransız, ırkla olan bir şeyden çıkmış, bir kimlik olmuş. ağızlarında belki farklılıklarının altını çizenler olabilir, ama onları da ellerinde kebapla gezip akşam bir hindistan restoranında japon bir ailenin kızıyla karşılıklı yemek yerken görürseniz, farklılıklara saygının ne demek olduğunu anlarsınız.

ve onlar kadar ilk önce bir şeye karşı çıkıp sonra da seven yok.
1- eyfel kulesi: yapıldığında metal yığını denmiş, şimdi ondan vazgeçemiyorlar..
2- sacre coeur: montmarte köyünde(evet eskiden orası şehrin dışında bir köymüş) tepede olan kilise, ilk yapıldığında yine sevilmemiş,şimdi önünde parislilerden ve dünyanın dört bir yanından gelen insanlardan geçilmiyor.
3- rue du faubourg st denis: ilk başta petite turquie diyip biraz göçmen mahallesi diye anılan yer, şu anda buranın en moda ikoncanlarının takıldığı yer haline gelmiş.

ay daha anlatacak çok şey var, burada duralım şimdilik..